Türkiye koronavirüs salgınına karşı Çin’de başladığı andan itibaren aldığı ve sürekli yenileri eklenen tedbirlerle risklere karşı güven düzeyini daha da artırdı. Bir yandan da toplumu bilinçlendirme adına bilgi bombardımanı devam ediyor. Dolayısıyla da ilk korona virüs vakası resmen açıklandığında market raflarının boşaltılması gibi panik görüntüleri yok ancak bu sokaktaki endişe havası bitti anlamına gelmiyor. Çünkü evlere makarna stoklama durumu söz konusu değil ama maske ve el dezenfekte jellerini edinmek hala sıkıntılı ya da pahalı. Peki, durum biz de böyle de başka yerlerde örneğin ABD’de farklı mı? İşte koronavirüs vakalarının artması ve seyahat etmenin giderek sıkılaştırılıp zorlaşması nedeniyle aybaşında İstanbul’a döndüğünü belirten Washington eski Deniz Ataşesi ve Deniz Kuvvetleri Komutanlığı eski Genel Sekreteri emekli Kurmay Albay Mehmet Asal’ın tespitleri:
“Koronavirüs ilk ortaya çıktığında birçok Amerikalı bunun ABD’ye gelmeyeceğine inanıyordu. Olayın Çin ve Uzakdoğu kökenli olduğu
Tüm dünyayı tehdit eden koronavirüsün yayılmasını engellemek için ülke genelinde tam anlamıyla bir seferberlik durumuna geçilirken, komşu sınırlarımızın öte yakasındaki gelişmeler ve olası tehditler endişe verici boyutta. Özellikle de İran ve Suriye hattında. Birinde hayatını kaybedenlerin sayısı giderek artıyor, diğerinde ise yıllardır devam eden iç savaş nedeniyle koşullar çok kötü. Dahası, Suriye’ye İran’dan yoğun bir insan trafiği var. Nitekim Şam’da Rusya, İran ve rejimin ortak kullandığı karargâhta, 10 İran askerinde koronavirüse rastlandığı haberleri geldi. Suriye bağlamında bir başka tehdit de Esad’ın zulmünden kaçanların barındığı kamplar... Oralarda da yüz binlerce insan iç içe yaşıyor, beslenme ve hijyen koşulları da berbat durumda. Yani temizlik, temastan kaçınmak, mümkün olduğunca da toplu ortamlarda bulunmamak gibi koronavirüsten korunmanın ilk ve en etkin şartları hak getire... Dolayısıyla da koronavirüsün halihazırda sağlık altyapısı son derece zayıf olan Suriye’de yayılması halinde
Geçen yıl bu günlerde 31 Mart 2019 yerel seçimlerinin sadece ülkenin değil siyasi partilerin “bekasıyla” ilgili boyutunu da tartışıyorduk. Bu bağlamda da sandık sonuçlarına odaklı 1 Nisan 2019’a dönük bazı liderlerin siyasi geleceğini de kapsayan fazlasıyla senaryo dillerdeydi. Özellikle de Kılıçdaroğlu açısından.
Kaybederse koltuk gider deniliyor, bırakması durumunda bir olağanüstü kurultayla 4-5 adaylı genel başkanlık seçimi yaşanacağı konuşuluyordu. Şimdilerde ise kuruluşundan bugüne 36 olağan ve 19 olağanüstü kurultay gören CHP, 37. Olağan Kurultay için gün sayıyor ama partide kronikleşmiş genel başkanlık
çekişmeleri ve hesaplarının esamesi yok. Yerel seçimlerdeki sonuçların, yani seçmenin ya da sandığın kerameti işte...
Dolayısıyla da bir kurultay öncesinde Kılıçdaroğlu uzunca bir zamandır pek fazla tanık olmadığımız kadar partiye hakim, hatta tek ses görüntüsü veriyor. Evet, CHP Milletvekili Aytuğ Atıcı kurultayda Kılıçdaroğlu’na karşı aday olacağını duyurdu ve onun dışında da
Tüm sınırlarda Türkiye’den ayrılmak isteyen kaçak göçmenlere müdahale etmeme prensibi uygulanırken Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın talimatıyla hayati tehlike taşıyan deniz geçişlerine izin verilmiyor. Bu bağlamda da Sahil Güvenlik birimleri denizden geçişleri, Jandarma ve Emniyet birimleri ise karadan denize çıkışları engellemek için olağan zamandan çok daha fazla gayret sarf ediyor. Çünkü kaçak göçmenler, Yunan karasularına girdikleri anda Yunan Sahil Güvenlik unsurları tarafından Türk karasularına doğru geri itilerek, motorları bozularak, alınarak ya da botları patlatılarak denizin ortasında çaresiz durumda bırakılıyor. Yani insan haklarını ve uluslararası hukuk kurallarını hiçe sayarak karadan kapısına dayanan göçmenleri döven, soyan, öldüren Yunanistan, denizde de bebekleri, kadınları da acımasızca ölüme terk ediyor. Dolayısıyla Türkiye’nin yine nasıl zor bir görev üstlendiği ve nasıl bir fedakârlık yaptığını irdelemekte yarar var. Hele de 2015’de yine Yunanistan’ın
İdlib’deki son 15 gün, aktörlerin zorlayıcı bir diplomasiyle sonuca ulaşabilmek için çatışmayı tırmandırdığı bir süreç olarak kayıtlara geçti. Bu bağlamda da Erdoğan-Putin zirvesine kadar, hatta görüşmeler sürerken dahi silahlar susmadı. Sonuçta da ateşkesle birlikte şu anki fiili duruma göre karara bağlanan yeni bir statüko açıklandı. Yani kazanımları dikkate alan ve kazanımlarla birlikte bir ateşkesi ortaya çıkaran bir durum söz konusu. Sahada kim neredeyse orada kalacak. Buna İdlib’de görüntü donduruldu da denilebilir. Tabii şimdilik kaydıyla... Çünkü İdlib’de ateşi canlandıracak fazlasıyla neden ve etken var. Öncelikle de Esad’ın ve onu kollayan, azmettiren Rusya’nın bölgedeki muhalifleri temizleme niyetinden asla vazgeçmediği, vazgeçmeyeceği gibi. Dahası, bu ateşkes durumunun Türkiye ile Rusya arasındaki ilişkileri hepten kopartmayı, hatta savaştırmayı hedefleyen ABD’nin hoşuna gitmediği de bir başka gerçeklik. Dolayısıyla da İdlib’de dondurulan görüntüyü
İdlib’deki krizin çözümü için gözler Erdoğan-Putin zirvesinde. Ankara, Şam Rejimi’nin Soçi Mutabakatı sınırlarına çekilmesini ve ateşkes istiyor, Moskova ise sahadaki dengenin değiştiğini belirterek, Soçi Mutabakatı’nın güncellenmesi gerektiğini savunuyor. Bu tezlere dönük bugüne dek Türkiye ve Rusya heyetleri arasında yapılan ama sonuç alınamayan müzakereler sürecinde sahadaki gelişmeler de ortada. Bahar Kalkanı Harekâtı kapsamında Silahlı Kuvvetler Mehmetçik’e namlu doğrultan, sivillere saldıran, hâlâ da devam eden Suriye güçlerini vurdu, vuruyor. Şam rejiminin bu alçaklığına karşı ABD ve Batı ülkelerinden gelen olumlu ve doğru yöndeki açıklamalar ise eyleme dönüşmüş değil. Yani göçmenlerin kapılarına dayanmasıyla krizin doğrudan kendisini etkileyeceğini anlayan Batı ülkeleri Esad’ın zulmünden kaçan Suriyeliler için İdlib’de bir güvenli bölgenin kaçınılmaz olduğunu nihayet dillendiriyorlar ama bu sözlerin kıymet
İdlib’e başlatılan “Bahar Kalkanı Harekâtı” adından da anlaşılacağı üzere Suriye rejiminin saldırganlığını engelleme ve şehit edilen kahraman-larımızın hesabını sormaya dönük bir hamle. Türkiye’nin bu konudaki kararlılığını anlamak için de Milli Savunma Bakanlığı’nın web sitesinde yer alan şu mesaj yeterli:
“Asil milletimiz emin olsun ki; İdlib’de barış ve huzur için toprağa düşen Aziz şehitlerimizin hesabını sormaya devam edeceğiz!”
Yani ok yaydan çıktı, Mehmetçiğe bu alçaklığı yapan, yaptıran, göz yuman bedelini ödeyecek. Nitekim bu bağlamda da önce misliyle karşılık verme şimdi de adı resmen konulan harekât kapsamında Suriye rejim güçleri TSK unsurlarınca yoğun ateş altında. SİHA’lar da nokta atışlarla önceden belirlenen hedefleri tek tek vuruyor. Hatta Ankara elindeki uzun ve orta menzilli füze sistemlerini de devreye sokmuş bulunuyor. Şu ana dek de rejime ait 2 uçak düşürüldü, 3 hava savunma sistemi ile çok sayıda helikopter, tank, zırhlı araç, mühimmat deposu imha edildi,
İdlib’deki alçak ve kalleş saldırı sonucu maalesef 33 şehit verdik. Milletçe çok üzgün ve öfkeliyiz. Çünkü son dönemde yakın ilişkiler ve stratejik iş birliği içinde olduğumuz Rusya sırtımızdan vurdu. Hem de Ankara-Moskova hattında masada çözüm arayışları devam ederken... Evet, hain saldırı sonrasında Rusya Savunma Bakanlığı’ndan “Türk askeri olmaması gereken bölgede rejim jetlerince vuruldu, Rus uçakları Türk askerinin vurulduğu bölgede kullanılmadı” gibisinden açıklamalar geldi ama bunların bildik siyasi manevralar olduğu malum.
Hele de Türkiye’ye hava sahasını kapatan Rusya’nın rejim uçaklarına yol verdiği, önünü açtığı dikkate alındığında. Yani böyle bir alçaklıktan sorumlu olması için Rusya’nın doğrudan kendisinin bombalaması şart değil. Rejimi cesaretlendiren, önünü açan bizzat Rusya. Bu bağlamda da saldırıyı bilerek, isteyerek azmettirdiği ya da göz yumduğu çok açık ve net. Dahası, yapılan açıklamada böylesine bir