Televizyonda gazetecilerin sorularını yanıtlayan CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, Güçlendirilmiş Parlamenter Sisteme geçiş tezini anlatırken Siyasi Partiler Yasası’nın da mutlaka değiştirilmesi gerektiğini söyledi. Niyesini de şöyle açıkladı:
“Darbe yasası o... Vatandaş sanıyor ki milletvekillerini ben seçiyorum. Hayır efendim Genel Başkanlar seçiyor. Onlar listenin altına sadece mühür basıyor.”
Yani Kılıçdaroğlu daha önceleri de defalarca dile getirdiği bu konudaki rahatsızlığını bir kez daha yineledi. Tabii “Bu seçim için onu uygulayacak mısınız” sorusunu “uygulamak isteriz ama bu sadece bir parti için değil bütün partiler için olmalı, yani A partisi yaptı diğerleri uymadı olmaz” diye geçiştirerek... Dolayısıyla konunun ilginçliği ve cazibesi açısından bakıldığında “ön seçim yap örnek ol” boyutunu irdelemek daha gerçekçi. Çünkü CHP içerisinde bunu dillendiren daha başka isimlerde oldu, oluyor ama parti tüzüğünde de
Orman yangınlarının yüzde 95’inin sorumsuz kişilerin piknik yerlerinde bıraktıkları mangal külü, cam şişeler, kırılıp atılan camlar ve diğer mercek etkisi yapacak malzemeler, sigara izmaritleri vs. gibi insan kaynaklı olduğu verilerle sabit. Terör örgütü PKK’nın yaptığı alçaklıklar ve buna bağlı kasıtlı yangın riski, tehdidi de malum. Hatta bugün kendi ormanları da cayır cayır yanan sözde komşu Yunanistan’ın terör örgütüne ve hain planlarına nasıl destek verip, arka çıktığı da... Ama bir de geçmişte hiç insanın olmadığı dönemlerde de görülen yıldırım düşmesi, yanardağ patlaması kaynaklı ve son yıllarda da özellikle küresel ısınmaya bağlı yüksek sıcaklık gibi doğal sebeplerle çıkan yangınlar da var. Ki bugün dünyanın çok farklı yerlerinden gelen yangınlardaki artış bilgileri, görüntüleri ve bizde olduğu gibi nasıl hızlı yayıldıkları da bunun açık kanıtı. Dolayısıyla bu anlamdaki yangınlar da deprem gibi doğal bir afet aynı zamanda. Yani nasıl depremi engellemek mümkün değilse, aynısı
Mersin’den ta İzmir’e kadar güzelim Akdeniz ve Ege’nin bütün kıyılarını kavuran orman yangınlarıyla mücadele sürerken bir yanda da yüksek hararetli bir tartışma ortamı yaşıyoruz. Hem de daha çok siyasi çekişmeler ve hesaplaşmalara evrilen ve hala devam eden felaketin nedenleri, müdahalede sorumluluğun kimde olduğu, yıllardır konuşulan yangın söndürme uçaklarının varlığı yokluğu dahil oldukça geniş bir yelpazede. Şimdilerde buna bir de “ne yapalım, yeşili nasıl geri getireceğiz” konusu eklendi. Bu bağlamda da hiç bir şüphe yok ki herkes iyi niyetle bir şeyler söylüyor ve yapıyor. Bazı kamu ve sivil toplum kuruluşları tarafından başlatılan fidan kampanyaları ve buna sporcular, sanatçılar, pek çok kurumun da katılımı gibi. Ancak buna karşı da konunun uzmanı bilim insanları yanan araziyi eko sisteme, yani doğanın kendini yenileme mekanizmalarına bırakalım diyorlar. Örneğin Çukurova Üniversitesi Ziraat Fakültesi Toprak Bilimi ve Bitki Besleme Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. İbrahim Ortaş, müsaade
Günlerdir süren ateş hala sönmedi, alevlerin kavurduğu her köşeden içimizi acıtan görüntüler geliyor. Ateşin ortasına dalan isimsiz kahramanlar tek bir canlı kurtarmak için canları pahasına bir mücadele içinde. Bu arada da neden yangın söndürme uçağımız yok ya da THK’da var da niçin kullanılmıyor polemiği yüksek hararetle devam ediyor. Hem siyasi arenada hem de sosyal medya ortamında. Tabii orman yangınlarına müdahalede uçak mı yoksa helikopter mi daha etkin kıyaslaması da... Bu anlamda da helikopter kova ile su taşıyor oysa uçak tonlarca su boşaltıyor ya da helikopterin pervanesi ateşi körüklüyor, ateş topu halindeki kozalakları daha geniş alana yayıyor gibi tezler yine pik yapmış durumda. Hepsinde haklılık payı var ama her ikisinin de farklı konseptlerde kullanılması durumunda etkin olduğu da bir gerçek. Nitekim yardıma koşan ülkelerin yangın söndürme uçakları ve helikopterleri alevlerin üzerinde turlarken biz yine daha çok bu bildik hikâyeye odaklanmış durumdayız. Dolayısıyla deprem gerçekliğinde
Koronavirüsle mücadelede en etkin yöntemin aşı olduğu hem dünya hem Türk bilim insanlarınca defalarca anlatıldı, uygulamanın yaygın olduğu ülkeler ve bölgelerdeki verilerde bunu net olarak gösterdi ama bizde insanlar inatla olmamak için direniyor. Öne sürülen bahaneler de malum. Aşıyla çip takacaklar, Google’dan bizi izleyecekler, gencim kovid bana hikâye, yan etkileri var, yabancı ajanlar var işin içinde, olmak için Türk aşısını bekliyorum ve en popüleri olan aşı kısırlık yapıyor... Yani aşı karşıtlığı bazı ülkelerde de olduğu gibi kişisel tercih, hak, özgürlük gerekçelerinden (ki o bile toplum sağlığı önceliği nedeniyle tartışmalı) ziyade daha çok saçmalıklar, komplo teorileri ve hurafelere odaklanmış durumda. Mesela bilim insanlarının “Korona geçirirsen kısır kalma olasılığın bin kat daha fazla aşının yapacağından” gibi uyarıları kimsenin umurunda bile değil. Tek takıntı aşı olmama ısrarı. Nitekim bu daha önceleri kızamık aşısı, çocuk felci aşısı içinde geçerliydi. Yani onlara da karşı
Son günlerde Afgan mültecilerin Türkiye’ye akını, gözleri iki ülke ilişkilerinin başlangıcına çevirdi. Yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti’ni ilk tanıyan ülke Afganistan oldu. Atatürk de, ilk büyükelçimizi Afganistan’a atadı. Türkiye de, 1920-1960 yılları arasındaki dönemde Afganistan’ın modernleşme çabalarına büyük destek verdi. Bu ülkedeki idari, askeri, kültür, eğitim ve sağlık gibi temel devlet kurumlarının gelişmesinde kritik rol oynadı.
Baştan söyleyelim; anlatacaklarım ve aktaracaklarım zaten ağır bir göç yükü altındaki ülkemize yenilerinin gelmesi ya da eklenmesine sıcak bakma veya sempatik gösterme anlamında değil. Sadece ve sadece ABD’nin çekilmesinden sonra Türk askerinin Taliban ile karşı karşıya kalma riski ve son günlerde alevlenen Türkiye’ye yönelik büyük Afgan göçü olasılığı nedeniyle süren tartışmaların odağındaki “Türkiye’nin orada ne işi var”, ya da “2 bin kilometre uzaklıktaki Afganistan ile
Her yer alev alev. Küle dönen ormanlar diri diri yanan ‘can’lar... Acımız da öfkemiz de çok büyük...
Afganistan’da ABD’nin çekilmesi ve Taliban güçlerinin kontrol ettiği bölgeleri genişletmesiyle tetiklenen göç hareketliliğini günlerdir konuşuyoruz. Ekranlarda, gazete sayfalarında, sanal ortamda ve siyasi arenada yıllardır zaten var olan Afganistan’dan kaçış görüntüleri özellikle Türkiye odaklı olarak tam anlamıyla pik yapmış durumda. Tabii bununla bağlantılı olarak güvenlik risklerinden, ülke ekonomisini etkileme ya da demografik yapının bozulmasına dönük tartışmalar da. Yani 10 yıldır süregelen Suriye kaynaklı göç krizinin benzeri bir hava yaşıyoruz. Hem de evet, Afganistan’daki Taliban’a bağlı tedirginlik ve buna bağlı kaçış bilgi ve görüntüleri var ama bu henüz milyonlarca nüfusluk kitlesel bir hareketlenme anlamında olmamasına rağmen. Şu an için net olan, sadece yüksek olasılıklı bir tehdit. Olabilir de, olmayabilir de. Dahası, Suriye krizinin
Söze geldi mi ara sıra “Türkiye ile iyi komşuluk ilişkileri ve iş birliği arayışı” gibisinden laflar eden Yunanistan hiçbir zaman iyi komşu olmadı. Aksine, sürekli olarak kara, deniz ve hava sahalarını genişletme çabasıyla Türkiye’nin tüm hasımlarıyla dostluk kurmayı kendi milli görüş ve ülküsü haline getirdi ve bunu pervasızca uyguladı. Bu bağlamda da Doğu Akdeniz ve Ege’deki bazı adaları anlaşmalara aykırı olarak silahlandırma, haksız kıta sahanlığı ya da kara suyu saçmalıklarının yanı sıra Türkiye’yi sıkıntıya, zora sokmak adına aynen Suriye gibi insanlığa karşı suç işleyen terör örgütlerini ülkesinde barındırdı, bunlarla iş birliği yaptı. Yani alçaklıkta sınır tanımadı. Örneğin, 40 yıldan bu yana özellikle Türkiye’ye tehdit teşkil eden ASALA, PKK, DHKP-C, MLKP teröristlerini himaye etti, onları kamplarda yetiştirdi, eğitti. 1990’lı yılların sonlarında Türkiye’nin kararlı çıkışları sonucunda Abdullah Öcalan’ın Suriye’den çıkarılması sürecinde terörist başı