Son günlerde Afgan mültecilerin Türkiye’ye akını, gözleri iki ülke ilişkilerinin başlangıcına çevirdi. Yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti’ni ilk tanıyan ülke Afganistan oldu. Atatürk de, ilk büyükelçimizi Afganistan’a atadı. Türkiye de, 1920-1960 yılları arasındaki dönemde Afganistan’ın modernleşme çabalarına büyük destek verdi. Bu ülkedeki idari, askeri, kültür, eğitim ve sağlık gibi temel devlet kurumlarının gelişmesinde kritik rol oynadı.
Baştan söyleyelim; anlatacaklarım ve aktaracaklarım zaten ağır bir göç yükü altındaki ülkemize yenilerinin gelmesi ya da eklenmesine sıcak bakma veya sempatik gösterme anlamında değil. Sadece ve sadece ABD’nin çekilmesinden sonra Türk askerinin Taliban ile karşı karşıya kalma riski ve son günlerde alevlenen Türkiye’ye yönelik büyük Afgan göçü olasılığı nedeniyle süren tartışmaların odağındaki “Türkiye’nin orada ne işi var”, ya da “2 bin kilometre uzaklıktaki Afganistan ile Türkiye arasında ne alaka olabilir ki?” sorusunun yanıtına katkı sağlama amacı taşıyor. Çünkü tarih kitaplarına baktığınızda “1 Mart 1921’de Türkiye’yi ilk tanıyan ülke Afganistan’dı. İlk büyükelçimizi Atatürk oraya atadı. Medine’yi savunan Fahrettin Paşa... İlk yabancı ziyaret Afganistan kralından geldi” gibisinden somut ve net bilgiler belgeleriyle zaten var.
Dahası Türkiye’nin, 1920-1960 yılları arasındaki dönemde Afganistan’ın modernleşme çabalarına verdiği destek, bu ülkedeki idari, askeri, kültür, eğitim ve sağlık gibi temel devlet kurumlarının gelişmesindeki kritik rolü de biliniyor.
3 kuşaklık tanıklık
Dolayısıyla iki ülke arasında tarihe dayalı çok derin bağlar olduğu açık ve net. Bu bağlamda, “Türkiye Afganistan’da çok sevilir” sözünü de hep doğru bulanlardanım. Hem rahmetli dedem Dr. Nevzat Eşref Bengin ve rahmetli babam Süleyman Selçuk Bengin’in yaşadıklarından
hem de kendimin bizzat gidip, görmemden dolayı. Yani, başı Afganistan’ın en parlak zamanı denilen Kral Emanullah dönemine uzanan, devamı da Sovyet işgalinin son dönemlerine dayanan üç kuşaklık bir tanıklık durumu söz konusu...
***
Tarih 1930’lu yıllar... Atatürk’ün köklü değişimlerini model alan Kral Emanullah’ın yardım talebi üzerine Afganistan’da modern hastaneler kurmak ve modern tıp eğitimini başlatmak amacıyla Türkiye’den hekimler gönderiliyor. Giden o hekimler arasında bulunan dedemin alanı da çağdaş psikiyatri üzerine. O dönemde yapılanları “Doktor Nevzat Eşref Bengin ve Afganistan’da modern psikiyatri eğitiminin başlangıcı” başlıklı yazılarında Dr. Şahap Erkoç, Prof. Dr. Hüsrev Hatemi şöyle anlatıyor:
“Nevzat Eşref’in göreve başladığı 1934 yılına kadar, Afganistan’da akıl hastanesi yoktur. Dr. Nevzat önce Kabil’in dışında ve Babür Han’ın türbesi civarındaki eski konakta Afganistan’ın ilk akıl hastanesini açar. Eski Afganistan’daki konaklarının inşa tarzı, bunların bir hastane olarak kullanılmasına hiç de elverişli değildi. Buna rağmen Dr. Nevzat burada akıl hastanesi için gereken hastabakıcılar yetiştirir ve böyle bir hastanenin kendine mahsus idare ve bakım tesisatını kurar. Tıp öğrencilerine nöroloji ve psikiyatri dersleri verir, mütehassısları eğitir. Dr. Nevzat, bundan sonra yeni ve modern bir akıl hastanesinin inşası için hükümet nezdinde girişimlerde bulunur. Ali Abad Tıb mahallesindeki hastanenin yapılmasında da çok emeği geçen Dr. Nevzat Eşref, burada da kısa süre çalışma imkanı bulur. Bu dönemde Dr. Nevzat Eşref, Emrazı Akliye ve Emrazı Asabiye adlarıyla Farsça iki ciltlik ders kitaplarını da yazar. Bunlar bütün Afganistan’da derin bir etki yapmıştır.”
29 Mart 1988 tarihli Milliyet Gazetesi’nde yayımlanan 4-5 günlük yazı dizisiyle özellikle ülkedeki iç savaş korkusunu vurgu yapmıştım.
***
Bunları ben doğmadan önce ölümü nedeniyle hic göremediğim dedemden dinleyememiştim. Tabii orada tanık olduğu Afganların Türkiye’ye olan aşırı duyarlılığı ve sevgisinin gerçek boyutlarını da. Dedemin uzun yıllar oradaki görevi nedeniyle Afganistan’da okuyan ve ortaokul diplomasını oradan alan babam da bunları bana anlatamadı. Maalesef o da, ben ilkokul bir ya da ikinci sınıftayken rahmetli olmuştu. Ama dedem ve babamın orada yaşadıklarını kendilerinden dinlediği kadarıyla annem Muzaffer Bengin’den çocukluğumdan bu yana uzun yıllar dinleme fırsatım oldu. Rahmetli annem anlatırken de Afganistan’dan gelme baba yadigârı çok sevdiğim tahta filler ve hâlâ en değerli hazinem diye sakladığım “görmedim, duymadım, söylemedim”i simgeleyen kemikten yapılma üç maymun heykelciğiyle oynardım. Annemin gösterdiği babamın Afganistan’daki ortaokul diplomasına ise hiç mi hiç anlam veremezdim. Ta ki o diplomanın bir gün bana da Afganistan yolunu açana kadar.
***
Tarih 1980’lerin sonları. Afganistan’ı 1979’da işgal eden SSCB’nin çekileceğinin konuşulduğu günler. Bir çok meslektaşım gibi bir gazeteci olarak ben de Sovyet işgalindeki Afganistan’a, daha doğrusu başkent Kabil’e girmenin yollarını arıyorum. Çünkü Pakistan sınırından Afganistan topraklarına geçiş olasıydı ama Kabil tam anlamıyla kapalı bir kutuydu. Sovyetlerin güdümündeki Afgan yönetimince kimseye vize verilmiyor ya da çok zor veriliyordu. Hele de söz konusu Müslüman ve Türk bir gazeteci olduğunda. Ama yine de şansımı zorlamak istemiştim bu anlamdaki tek referansım da dedemin oradaki hizmetleri ve babamın Afganistan’dayken aldığı ortaokul diplomasıydı. Yanılmamıştım.
Tarafıma büyük bir ilgi ve hürmet gösteren Ankara’daki Afganistan Büyükelçiliği Kabil ile istişare ettikten bir süre sonra herkesin gitmek istediği Kabil’in yolunu açmıştı. Yani Krallık dönemini dedem ve babamın yaşayıp gördüğü Afganistan’ın Sovyet işgalindeki son günlerine tanık olmak ve ailemden yıllardır dinlediğim “Türkiye Afganistan’da çok sevilir” sözünü test etmek de bana nasip olmuştu. 1988 Mart’ının başında Hindistan- Delhi üzerinden başkent Kabil’deydim. Başkentte bubi tuzakları büyük tehditti, Kabil’den uzaklaştıkça da Sovyet askerleriyle Afgan Mücahitler arasında kanlı çatışmalar sürüyordu. 15 gün kalıp döndükten sonra da ilki 29 Mart 1988 tarihli Milliyet Gazetesi’nde yayımlanan 4-5 günlük bir yazı dizisiyle özellikle iç savaş korkusunu vurguladım, tespitlerimi de şöyle aktarmıştım:
Şansımız yarı yarıya
Yolculuğun en riskli yanlarından biri de Kabil Havaalanı’na inmekti. Mücahitlerin elinde bulunan Amerikan yapısı uçak avcısı modern Stinger füzeleri, Kabil Havaalanı’na iniş yapacak uçakların korkulu rüyasıydı. Kabil Havaalanı’nı gören birçok uçak, iniş yaparken isabet aldığı Stinger füzesi ile paramparça olmuştu. Gerçi uçaklar yanıltıcı yüksek hararet veren ve Stinger füzelerini çektiği söylenilen ısı bombaları fırlatıyordu, ancak şans yine de yarı yarıyaydı. İlkel denilebilecek Kabil Havaalanı’na sağ salim indikten sonra insanda ilk etki yaratan, SSCB imzasını
taşıyan ve “Burası Sovyet işgalindeki bir ülke ve
topraktır” denilen yazı idi.
Ardından da “elle” yapılan sıkı kontrol ve üzerinizdeki paranıza kadar tüm kıymetli eşyalarınızın gümrük deklare kâğıdına sıralanması vardı. Ve artık yasal yoldan, resmi vizeli olarak Sovyet işgalindeki Afgan topraklarındaydım. Askeri amaçlı havaalanı yer yer kamufle edilmiş, tanklar, uçaksavarlar ile çok sıkı kontrol altındaydı. Kent merkezine kadar da hemen hemen tek görüntü, ilk görüşte Sovyet askerini andıran, ancak sorduğumuzda Afgan askeri olduğunu öğrendiğimiz, kemerleri, şapkaları kızıl yıldızlı, elleri Kalaşnikoflu, etrafını kuşkuyla gözleyen askerlerdi.
Her yer üniformalı asker kaynıyordu, arada bir de modern giyimli kadınlar dikkat çekiyordu. Yaşları 18’i geçmeyen bu Kalaşnikoflu, kızıl yıldızlı askerlerin üstüne henüz 15’indeki “çocuk”ların eğitildiği, Lenin’in sevdirildiği, beyinlerin iktidardaki Komünist Parti’nin ilkeleri doğrultusunda yıkandığı “gençlik kampları” bende dehşet ve üzüntü yarattı. Hele hele bir elinde Kalaşnikofu, diğer elinde bebesi Afgan kadının yaşam savaşı, işgal altındaki bir ülkenin ve yıllardır süren savaşın en çarpıcı görüntülerini oluşturuyordu. Bir de yokluk ve sefalet üstüne eklenince Afganistan gerçeği ortaya çıkıyordu.
Gülhane’de meşruiyetten önce asabiye kliniğinde (sağdan sola) Salih Nabi, Bayburtlu Hamdi, Nazım Şakir, Mazhar Osman, Nevzad Eşref, Ahmet beyler... (Mazhar Osman: Sıhhat Almanağı 1933’ten)
***
Yokluk, yoksulluk içindeki Kabil’de o dönemdeki hemen tüm parti liderleri ve hükümet yetkilileriyle görüşmüştüm. Herkesin kesiştiği nokta huzur, barış ve istikrardı. En büyük endişe ise iç savaş korkusuydu. Kısa süreli resmi olmayan ateşkes Afganlar arasında “Herkes ilerde tek merminin bile önem kazanacağım düşünerek stok yapıyor. Allah sonumuzu hayır etsin” diye yorumlanıyordu. Ve o günlerde de bugün
olduğu gibi göçmen sorunu
ön plandaydı.
Sovyet işgali nedeniyle ülkesini terkeden 3 milyondan fazla insana geri dön çağrısı yapılıyordu. Hatta ülkeye geri dönüşü özendirmek için gelenlere hiçbir sorgu, soruşturma yapılmayacağı duyuruluyordu. Tesadüf bu ya Göçmen Komitesi Başkanı ve aynı zamanda Başbakan yardımcısı olan Hasan Şark, dedemin öğrencisi çıkmıştı. Dolayısıyla hem Afganistan’ın eski günlerini hem de içinde bulunduğu süreci ayrıntılarıyla anlatırken konuşmuştuk. Tabii Türkçe olarak. Anlattıklarının özeti tek cümleyle şuydu:
“Ne ABD’den ne Sovyetler Birliği’nden ne de Pakistan’dan desteklenen hükümet istemiyoruz, ülkemizde hükümeti Afganlar kuracak.”
Yine kendisiyle Türkçe konuştuğumuz dönemin Ticaret Bakanı Muhammed Han Celaler, “Türkiye, komünist idare var gerekçesiyle Afganistan ile ilişkilerini azalttığını söylemiş. Sovyetler buğdayı Türkiye’den alıyor bize satıyor, biz istiyoruz ki direkt olarak Türk tüccarları ile temas kuralım” demişti. Ardından da, “Türkiye bize yardım ederse çok mutlu oluruz” diye eklemişti.
***
Afganistan’dan ayrıldığımda 1988 Mart’ının ortalarıydı. 14 Nisan 1988’de de Birleşmiş Milletler’in girişimiyle Cenevre’de imzalanan Cenevre Anlaşması sonrasında, 15 Mayıs itibarıyla Sovyet güçlerinin ülkeden çekiliş süreci başladı. 15 Şubat 1989’da Sovyet güçlerinin çekilişi sona erdi. Sonrasında olanlar da malum. Asla sağlanamayan huzur ortamı, dolayısıyla daha da derinleşen kaos ve iç karışıklık günleri... Arkasından da bu kez ABD işgali, Taliban’ın etkisizleşmesi. Ve şimdilerde de ABD’nin çekilmesiye Taliban’ın yeniden güç kazanarak ülkenin nerdeyse tamamına hâkim olması.
Özetle; bir zamanlar modernleşme çabasındaki Afganistan son 40 yıldır savaşın, çatışmaların sona ermediği, kan ve gözyaşının durmadığı yoksul ve
talihsiz bir ülke aslında....