Ukrayna’da hiç beklemediği bir dirençle karşılaşan ve ağır kayıplar veren Putin yaptığı taktik değişiklikle doğrudan siviller üzerinden Zelenskiy’e baskı uyguluyor. Bir yandan da kentlerdeki sivillerin askeri güç dozajında elini, kolunu bağladığı havası veriyor. Yani isteseydim bu iş çoktan biterdi, ezer geçer taş üstünde taş bırakmazdım diyor. Putin’in tavrı ve hamlelerine dönük yapılan öngörüler de hep bu yönde zaten. Kiev ve kuşatılan diğer kentlerdeki siviller tahliye edildikten sonra Putin daha da sertleşecek, kalan kim varsa katliam yapacak. Dolayısıyla Putin’in sanki sivillerin hayatını çok önemsediği, kadın ve çocukların ölümüne asla dayanamadığı gibi bir algı hesabı, daha doğrusu vicdan yutturmacası da söz konusu. Çünkü evet Putin ezer geçerdi, yapabilirdi o gücü ve karakteri var ama bu demek değildir ki şu ana dek yumuşak davrandı, savaşta sivillerin hayatını önemsiyor. Sen bir ülkeye füzelerini gönderiyorsan, uçakların kentleri aralıksız bombalıyorsa istediğin
Putin bu işin kolay olacağını düşünmüştü. Bu kadar büyük kuvvetlerle geldiğim zaman bana karşı direnemeyeceğini anlayan Kiev yönetimi korkar kaçar hesabındaydı. Ama Kremlin’deki hesap Ukrayna’ya uymadı. Cumhurbaşkanı Zelenskiy değil bırakıp kaçmak, aksine, kararlı bir şekilde ordusuyla direndi, direniyor ve o kararlılık halka da yayılmış durumda. Başta Zelenskiy’i yalnız bırakan Batı’nın silah desteği de var artık. Özellikle de sokak savaşında etkin anti tank füzesi Javelin’ler ve helikopter avcısı Stinger’lar gibi. Dolayısıyla, şehir savaşıyla çatışmaları zamana yayarak Rusya’yı yıpratma hesabı da ön planda. Dahası, Rusya tarihte en fazla yaptırım uygulanan ülke konumunda şu anda. ABD Başkanı Biden, “Ben bu yolla çökerteceğim” diyor.
Karşılaştığı direnç üzerine taktik değişikliğine giden ve başta Kiev birçok kenti kuşatan Putin ise daha fazla kan, katliam ya da masada istediklerimi ver baskısıyla Zelenskiy’i diz çöktürmeye zorluyor. Putin bir yandan da ABD ve Batı ülkeleri tarafından uygulanan
Rusya’nın Ukrayna’yı işgaliyle başlayan savaşın nasıl gelişebileceği ya da bitebileceğine dönük bir sürü tahmin öngörü var. Olma olasılığı konusunda da “Şimdiye kadar büyük bir faaliyetini görmediğimiz Rus Hava Kuvvetleri yıkıcı hava saldırıları yapar. Binlerce sivil ölür. Kiev cesurca direnişe rağmen kısa sürede düşer” ya da “Rusya’nın Kiev’i ve diğer kentleri sokak sokak çarpışarak alması, yani yabancı savaşçıların da dâhil olacağı uzun savaş” senaryoları daha ön planda. Dolayısıyla, işgale başlarken bunun kolay olacağını düşünen ama gördüğü direnç ve kayıplarla hesap hatasına düşen Putin’in sivillere odaklı taktik değişikliği savaşın iğrençliğini zirveye taşımış durumda. Kuşatılan şehirlerin elektriği, suyu, gıdası, sağlık ihtiyaçları kesilerek halk ya Zelenskiy’e karşı isyana ya da kentleri terk etmeye zorlanıyor. Niyet malum. Bölgeyi sivillerden arındırmak, kalanların hepsini Ukrayna ordusuna aittir ya paramiliter güçtür ya silahlandırılmış
Ukrayna’nın başına gelenler bir kez daha çok net gösterdi ki uluslararası hukuk ya da ülkelerarası garantörlük antlaşmaları falan hikaye... Güçlü olan zorbalıkla istediğini yapıyor. Dolayısıyla Ukrayna açısından geçmişte Kırım’da ve Gürcistan’daki ABD, NATO’nun tavrından ders alınmadığı anlamında yapılan yorumların yanı sıra en fazla sorgulanan nokta şu:
Ukrayna elindeki nükleer silahları teslim etmeseydi Putin buna cesaret edebilir miydi?
Malum; Aralık 1991’de Sovyetler Birliği dağıldığında dünyada en büyük üçüncü nükleer güce sahip ülke Çin, Fransa ya da İngiltere değil Ukrayna idi. Elinde 5 bine yakın nükleer başlıklı silah vardı. Depolarında termonükleer savaş başlığı taşıyan uzun menzilli füzeler bulunuyordu. Bu nükleer gücü de sadece Rusya ve ABD geçebiliyordu...
Aralık 1994’e gelindiğinde de ABD, İngiltere ve Rusya’nın altına imza koyduğu Budapeşte Protokolü ile hiçbir ülkenin Ukrayna’ya karşı güç veya tehdit kullanmayacağı ve ülkenin
Rusya-Ukrayna savaşında bir yanda kalıcı ateşkes umudu, diğer yanda da Putin’in nükleer silah kullanma tehdidine kadar taşınan saldırganlığı var. Dolayısıyla, Rusya’nın Zaporijya Nükleer Santrali’ne yaptığı saldırıya “Her şeyi yapabiliriz” çılgınlığının uyarı atışı da denilebilir. O nedenle de nükleer hesaplaşma olasılığı ve 3. Dünya Savaşı’na evrilme endişesi had safhada. Ki bu anlamda liderlerden gelen tetikleyici sözler de malum. 3. Dünya Savaşı kelimesini önce ABD Başkanı Biden kullandı. “Ya 3. Dünya Savaşı’nı seçecektik ya yaptırımları. Biz yaptırımları seçtik” dedi. ABD ve NATO ülkelerinden gelen tepki ve yaptırımlar üzerine de Putin, “orduya, nükleer caydırıcı güçleri yüksek alarma geçirme emri verdiğini” açıkladı. Sonrasında Rusya Dışişleri Bakanı Lavrov’un “3. Dünya Savaşı nükleer ve yıkıcı olacak” sözleri endişeleri daha da tırmandırdı. Lavrov son açıklamasında da “Bize karşı gerçek bir savaş başlarsa, bu planları yapanlar bunu
Savaş teorileri denildiğinde akla gelen ilk isimler, biri Uzakdoğu’nun ve klasik dönemlerin, diğeri Batı’nın ve modern dönemlerin temsilcisi olan iki büyük düşünür Sun Tzu ile Carl Von Clausewitz’dir. Gerek Sun Tzu’nun “Savaş Sanatı“, gerekse Clausewitz’in “Savaş Üzerine“ adlı eserleri, savaş konusunda üzerinde en çok durulan, en fazla tartışılan ve daha da önemlisi, en çok dikkate alınıp, uygulanmaya çalışılan kitaplar olarak bilinir. Bu anlamda da iki düşünürün yaklaşımında, savaşın amacı, zafere giden yol, kullanılacak yöntemler gibi temel konularda taban tabana zıt farklılıklar vardır.
Komutan, filozof Sun Tzu’ya göre, mükemmellik her savaşta çarpışarak kazanmak değildir. En iyi strateji savaşmadan kazanmaktır. Savaş bir ülkenin ana sorunu, ölüm kalım yeri, var olma ya da yok olma yoludur; muhasebesiz olmaz. Bu muhasebe de yol, gök, yer, komutan ve kural olarak beş aşamadır. Yol, halkın yöneticisiyle aynı görüşe sahip olması anlamına gelmektedir. Halk ise ancak kendi
Soğuk Savaş sonrası dönemin en ilginç olaylarından birisi NATO’nun genişlemesiydi. Çünkü o sıralar NATO’nun “varlık nedeni”nin yok olduğu ve “düşman” ortadan kalktığına göre, bu ittifaka artık gerek kalmadığı da konuşuluyordu. Ama tam aksi oldu, NATO daha da büyüme kararıyla “açık kapı” politikası uygulamaya başladı. Ve bir zamanlar “düşman” gibi görülen dağılan “Varşova Paktı”nın üyeleri ABD’nin başını çektiği NATO şemsiyesi altına katılmak için sıraya girdiler. Kime karşı? Daha önce birlikte oldukları Rusya’ya. Dolayısıyla o günlerde yapılan yorumlar da “bu ülkeler NATO’yu kendi güvenliklerinin garantisi sayıyorlar” şeklindeydi.
ABD açısından bakıldığında ise anlamı Rusya’nın çevrelenmesi ya da köşeye sıkıştırılmasıydı. Bu bağlamda da gelişen zaman içerisinde ilk etapta Polonya, Macaristan ve Çek Cumhuriyeti olmak üzere birçoğu NATO’ya dahil oldu. NATO’nun 16 olan üye sayısı Varşova Paktı’ndan
Ukrayna'nın NATO üyeliği zaten hayaldi ama o da kırmızı çizgiyle noktalandı artık. Rusya öyle acımasızca vurdu ki Ukrayna ordusunun savaşma güç ve kabiliyetini tamamen ortadan kaldırdı. Hava savunma sistemi, iletişim ağları, havaalanları, komuta, kontrol merkezlerini yok ederek Ukrayna'yı felç etti. İnsanlar öldü, evlerini barklarını terk ederek korkuyla yollara düştü. "Beni buna zorladılar" diyen Putin şimdi ne istiyor? Rusya'ya bağlı ya da Rusya yönünde bir yönetim. Yani bağımsız Ukrayna Devleti, halkının kendi hür, özgür iradesiyle yönünü tarafını seçmesine izin vermiyor. Gerekçe olarak da "Benim güvenliğim ya da çıkarım söz konusu, seni asla bırakmam" diyor. Kafa böyle olunca da hak, hukuk, kural, vicdan falan takmıyor, kaba güçle basıyor tokadı ya da sarılıyor silaha. Üstelik bu sadece son zamanlarda yaşanan değil Ukrayna'nın Sovyetler Birliği'nden ayrıldığı 24 Ağustos 1991 tarihinden bu yana aralıklarla devam eden sıkıntılı bir süreç. Mesela, Rusya yanlısı Viktor Yanukoviç iktidarının Kasım 2013’te U