1 Ocak 2023 sabahı yeni bir sen olarak uyanmaya, 2023’ün senin yılın olması için kendine bir şans vermeye ne dersin? Hani daha çok estetik görünüm üzerine kurulu; insanları baştan yaratan, kendilerini bir süre sonra gördüklerinde şok oldukları talk show programları vardır ya işte ona benzer bir şeyi hem iç hem de dış dünyanızda yapmanız, içten dışa uzanan gerçek bir estetik değişim, dönüşüm için evde kendi kendinize yapabileceğiniz bir reçete vermeye geldim. Sonunda dünyaya bakış açışınızın değişeceği, gözlerinizin içinin parlayacağı garantisi gibi iddialı bir taahhüt sözü veriyorum.
Malum pazartesi günü de yeni başlangıçlar için işaretlenmiş bir gün zaten. 2022’nin bitmesine 42 (2x21) gün varken, önümüzdeki 42 gün boyunca bunları yaparsanız, 1 Ocak 2023 sabahı başka bir sene uyanacaksınız. Kendinizden sıkılmış olabilirsiniz. Kendinizi yetersiz hissediyor olabilirsiniz. Hedeflerinizi hayata geçirmemiş olabilirsiniz. Hatta artık bir hedefiniz, hayaliniz bile
Tanrılar çıldırmış olmalı ki insanlar böyle diye düşünüyorum artık. Kimsenin kimseye tahammülü kalmamış durumda. Bir kural tanımazlık, saygısızlık ve şiddetin her türlüsü her yerde artık. Sanki kıyamet günü yaklaşmış da herkes içindekini kusuyor gibi. “İnsanlık belki de görüp görebileceğimiz en ilginç dönemden geçiyordur ondandır bu yaşananlar” demek istiyorum ama galiba öyle değil ‘içimizde ne varsa ortaya o çıkıyor’ sadece.
Ne demek istediğime gelmeden, biraz daha derinlere inmeden köşe yazıma dünyaca ünlü kişisel gelişim uzmanı, yazar Dr. Wayne Dyer’dan bir alıntı ile devam etmek istiyorum.
Dr. Wayne Dyer:
I Can Do It (Yapabilirim) konferansıma hazırlanırken, sahnede konuşmamı yaparken kullanmak üzere yanıma bir portakal almaya karar verdim. Sahneye çıktım ve elimde portakal, en ön sırada oturan 12 yaş civarı olan gence şu soruyu sordum:
“Bu elimdeki portakalı sıkabildiğim kadar çok sıkacak olsam, içinden ne çıkardı?”
Bana delirmişim gözüyle baktı ve
Nilüfer’in sözleri, “Dünya dönüyor sen ne dersen de. Yıllar geçiyor fark etmesen de” ile başlayan bir şarkısı vardır, muhtemelen çoğunuz biliyorsunuzdur. Sizin algıladığınız gerçeklik ne olursa olsun dünyanın sürekli değiştiğini, dönmeye devam ettiğini ve bunu bizim tüm gerçekliği ile kavrayamadığımızı ya da fark edemediğimizi anlatır. İşte tıpkı dijital işler de böyledir; hem içindesinizdir, fark etmeden zaten bir parçası olmuşsunuzdur hem de bu değişimi algılamakta, iş yapış ve yaşayış şeklinize yansıtmakta zorlanıyor olabilirsiniz. Hatta nasıl devasa bir dünyanın kapılarını bizlere araladığını ve beraberinde getirdiği fırsatları tahmin etmekte de zorlanıyorsunuzdur.
Bir de adı üstünde dijital işler derken bir dijital devrimden bahsediyoruz zaten. Pozitif anlamda yıkıcı bir dönüşümün varlığından. Dünya tarihinde sanayileşmeden sonra toplumsal hayatı en keskin şekilde dönüştüren konseptten… Sanayi devrimi ile kıyasladığınızda değişimin çok daha hızlı olduğunu fark edeceksinizdir. Tüm bu olup
Zonguldaklı bir madenci, “Aşağıda ölüm var, yukarıda açlık. Aşağıdaki ölüm olasılık, yukarıdaki açlık kesin” demişti. Ve o olasılığın Bartın’da gerçekleşmiş hali ile içimiz yanıyor. Sayısı her an değişebilen madenci şehitlerimiz ve ailelerinin, yakınlarının sessiz bekleyişleri var. Ve saatler süren bu sessizlik, sadece madenci yakınlarının çığlıklarıyla bölünüyor... Sözün bittiği anlar ama elbette yapılabilecek çok şey var.
“Madenden çıkan kimmiş? Siyasetçiler ne dedi? Patlamanın sebebi ne?” sorularının artık son bulmasını ümit ediyorum ve madenci kardeşlerimizin ailelerine başsağlığı diliyorum. Ama şöyle bir gerçek var ki maalesef ülkemiz, maden kazaları sonucu yaşanan ölümlerde dünyada ilk sıralarda yer almakta. Dünyanın en büyük kömür üreticilerinden biri olan ABD ve Çin ile ton başına düşen ölüm sayımız kıyaslandığında, durumumuzun ne kadar vahim olduğu iyice ortaya çıkıyor. Düz mantıkla bile demek ki madenler ve madencilerimizi kaybetmemek
Son aylarda yaşanan şiddetli ekonomik krizler, salgınlar, felaketler, doğanın tahribatı ve bize verdiği tepkiler derken korkulu günlerimizin sayısının git gide artıyor. Geleceği yeniden inşa etmek, güzel bir tarih yazmak elimizde ama fark ediyorum ki hepimiz korkuyoruz! Eskiye nazaran hayatımızın her alanındaki her şeyden biraz daha korkar olduk.
Araştırmacılar da benimle aynı fikirde; Batı dünyasında korkmak için eskiye göre daha az neden varken, modern savaşlar uzaklarda yaşanıyor işsizliğe, kazalara ve hastalıklara, salgınlara karşı önlem alınabiliyor ve yaşam süresi durmadan uzuyorken, tüm bunlara rağmen korkunun kolektif artışından söz ediyorlar. Hatta Alman psikolog Jürgen Margraf, bu gelişmeye “Korku Çağı” adını vermiş. Kastettiği de terör, ekonomik kriz ve istikrarsız ilişkilerden doğan kronik huzursuzluk şeklinde hissedilen korku türü.
Ve öğreniyorum ki sandığımın aksine korkaklık iyi bir şeymiş. Büyük başarılar sadece korkusuz insanların tekelinde değilmiş. Çocukluğunda korkak olanlar yetişkinlik döneminde pekala umulmadık başarılar da gösterebiliyormuş.
Mese
Yaşam boyu bir şeylerin peşinde koşup duruyoruz. Durmak bilmez bir çırpınma hali içindeyiz. Kimimiz hayallerinin peşinden koşuyor, kimimiz ondan beklenenlerin. Kimimizin ise bir hayali dahi yok, ölü balıklar gibi yaşam nereye götürürse oraya gidiyor. Kimimiz ise yaşamda yapılması gerekenler listesine tik atarak dolduruyor hayatını. Günün sonunda, yolun sonunda yaşamda iz bırakmakla belli belirsiz lekeler bırakmış olmak noktasına varıyor her şey.
Oprah Winfrey, “Çıkabileceğiniz en büyük macera hayal ettiğiniz hayatı yaşamaktır” der. Ben bu söze sonuna kadar katılan ve hayallerinin peşinden gitme cesaretini tüm zorluklara karşı gösteren bir kadınım. Hayat bana bunu bir sürü iyi ve kötü deneyimle öğretti. Zorluklarla ya da engellemelerle karşılaştığımda ise aklıma Steve Jobs‘un, “Zamanınız kısıtlı, bu yüzden onu başka birinin hayatını yaşayarak harcamayın” sözünü getiriyorum. Yapmadıklarından pişman olduğu kadar hiçbir şeyden pişman olmuyor insan. Hata bile olsa sizin hatanız olsun. Yapmamış olmanın, yaşam amacını bulmamış,
Pek çok insanın canının yandığını görüyorum dedikodu yüzünden. Başlarına gelen, yaşamak zorunda kaldıkları kötü olaylar bir yana, dedikodular nedeniyle daha da zorlaşıyor hayatları. Bir de aslı astarı olmayan söylentilere maruz kalıp, bunun için ağır bedeller ödemek zorunda kalanlar var ki, onların aldıkları hasarlar çok daha büyük oluyor.
Hiç düşünmeden sarf ettiğiniz, bir başkasından edinip diğerine taşıdığınız, özel hayata dair sırların nelere mal olabileceğini düşündüğünüz oluyor mu? Belki de laf olsun diye yaptığınız ya da dinlediğiniz dedikoduların nereye gidebileceğini bilebilir misiniz? Bütün bu soruların cevaplarını size bir bilgelik hikâyesiyle anlatmak istiyorum.
Bilge, karşısında duran iki adamı süzerek “Sorun nedir?” diye sorar.
Adamlardan biri, diğerini işaret ederek, “O, yaptığı dedikodularla sadece benim şöhretimi mahvetmekle kalmadı, bu köydeki pek çok insanın da canını yaktı!” der.
Dedikoduyu yayan, hemen atılır: “Üzgünüm... Böyle olsun istememiştim. Tüm
İster bekâr olun ya da evli, yeni ayrılmış ya da vakit geçmeden evlenmesini söyleyen aile fertlerinden bıkmış biri olun, yaşınız ve konumunuz ne olursa olsun herkesin vazgeçilmezidir aşk! Öyle gençlerin tekelinde değildir. 5 yaşındaki çocuk da aşka düşer, 70 yaşındaki Ahmet Amca da.
İşte bu nedenle konumuz aşk, ilişkiler, kadınlar ve erkekler...
Peki ya nedir aşk?
Aşk bir yanılsamadan ibarettir. Çoğu aşk hayaldir, aslında var olmayan ama zihnimizde canlandırdığımız.
Aşk bir dürtüdür. Âşık olunca neredeyse dünya durur. Beynimiz her zamankinden farklı çalışmaya başlar. Artık arzu ve özlem başlamıştır. Bütün günü, bütün geceyi onu düşünerek geçirmekten kendinizi alıkoyamazsınız.
Eliniz telefona defalarca gidip gelir, olur ya belki bir mesaj gelmiştir.
Aşk bir ihtiyaçtır. İnsan, doğası gereği aşkı arar. Bulduğunda da ‘âşık olma’ duygusunu tatmin etmiş olur. Bu dürtü, seks güdüsünden bile güçlüdür.