Bir insanı tanımak
Geçtiğimiz yıllarda Mehmet Yılmaz’ın “Bir insanı ne kadar tanıyabilirsiniz?” başlıklı harika bir köşe yazısına denk gelmiş ve saklamıştım. Hafta içi kendim de bu konuyu da içeren bir dizi seminer vermiş ve işim gereği bol bol kişilik analizi yapmışken hafta sonu tatilimde arşivimden yeniden o yazıyı bulmak, profesyonelce yaptıklarımı başka bir gözle ve anlatım diliyle okumak bana şahane geldi. Hem köşe yazısından alıntılar paylaşmak hem de kendi deneyimlerimi aktarmak istedim.
Mehmet Yılmaz, “Falancayı gerçekten iyi tanıyorum, cümlesini kurabilmeniz için o insan ile ne kadar süredir iletişim içinde olmalısınız? Altı ay? Bir yıl? Yedi yıl? On yıl? Daha az? Daha fazla?” sorusunun cevabını verirken Haruki Murakami’nin muhteşem romanı “Zemberekkuşu’nun Güncesi”nden bir kesitle konuya girmiş, bence şahane olmuş. Haruki Murakami’yi tanımayanlarınız varsa Japonya’nın 20 ve 21. yüzyıldaki en önemli ve en popüler kült yazarlarındandır, bir önce tanışın ve ‘İmkânsızın Şarkısı’ kitabını okumakla
Hayattan aldığım yaşlara ve edindiğim tüm deneyimlere rağmen şu günlerde fark ettim ki, daha yeni yeni öğrenebildim kaderimi sevmeyi.
Öncesinde inşallah, umarım, kısmetse türünden laflara dahi kızardım. Hayatı akışına göre karşılayıp yaşamaktansa hayat benim çizdiğim akışta ilerlesin isterdim içten içe. Oscar Wilde’ın güzel bir sözü vardır; “İnsanların yüzde 90’ı yaşamazlar, sadece vardırlar” der. Ben de Oscar’a hak verir, birçok insan yaşamın tehlikelerini göze almaktansa yaşama taklidi yaparak ölmeyi bekliyor diye düşünür, onlardan olmamak için elimden geleni yapardım. Olmazı dahi oldurmak için çalışır dururdum çoğu zaman.
Ne kadar Nietzsche hayranı olsam da olanı kabullenmeye, sevmeye gönlüm razı gelmezdi bir türlü. Nietzsche’nin Amor Fati yani Kaderini Sev felsefesinin anlamını bilsem de henüz o olgunluğa erişemediğim için okuduğumla kalır, boş yere acı çekerdim.
Öyle körü körüne bir kadercilik değil elbette kastettiğim. Yazgıya teslim olmaktan
İçinde deve ve diken geçen ata sözümüzü duymuşsunuzdur. Ben tam olarak yazmak istemedim. Bazı insanların kendilerini zarara uğratanları her şartta savunmaya ve desteklemeye devam ettiklerini ve o insanlar tarafından desteklenmek için, kendilerine zarar vermekten, mağdur etmekten vazgeçmediklerini anlatan bir atasözümüzdür.
İnsanın en büyük zararı kendisinedir her zaman, bunu da genelde seçimleri ile yapar. Ya uğruna peşinden koştukları için ya da küçük kara balık kadar cesur olamayıp kendine dair cesur seçimler yapamadığı içindir zaten. Ayrıca seçim yapmamak da bir seçimdir.
Gelelim atasözümüze ilham olan hikayemize. Hikayeyi kendi kalemimden anlatmaktansa Zülfü Livaneli’den aktarayım istiyorum. Livaneli’nin ‘Huzursuzluk’ romanında bir bilge sorar:
“Harese nedir bilir misin oğlum?
Bildiğin o hırs, haris, ihtiras, muhteris sözleri buradan türemiştir.
Harese şudur evladım.
Develere çöl gemileri derler bilirsin, bu mübarek hayvan üç hafta yemeden
Şu aralar etrafta pek çok şeyden sıkılmış, bir şeylerin değişmesini bekleyen, yanlış gittiğini bilse bile eskiye sıkı sıkıya tutunmuş ya da başka bir hayat/iş/aşk arzulayıp ama kendine bile tam itiraf edemeyen insanlar görüyorum. O nedenle ben de bu hafta işin sırrını sizlerle paylaşmak istedim ve ‘vazgeçebilmek’in hayatımızdaki pek çok kapıyı açan bir sihirli anahtar olduğunu anlatmaya geldim. Vazgeçmenin sırlarını öğrendiğinizde bu dünyada hiçbir şey sizi geride bırakmaktan ve yeniden başlamaktan alıkoyamayacak. Önünüzdeki tek engel sizsiniz.
Bu hepimiz için oldukça zorlu bir konu vazgeçebilmek! Başlığı okuduğunuzda bile sizde pozitif duygular uyandırmadığına eminim. Kendi kendinize “Vazgeçmenin neresi güzel ya da özgürlük?” bile demiş olabilirsiniz. Ama emin olun belki benim yazımla başlar ve ardından yazar Guy Finley’in ‘Vazgeçebilmek’ kitabını okursanız; hayatımızda artık bizlere hizmet etmeyen, bizi yükseltmeyen, bizim içimizde fırtınalar kopartmaya yetmeyen ve vazgeçemediklerimize, o
Hayat ileri doğru bakarak yaşanıyor olsa dahi aslında geriye doğru bakarak anlaşılıyor çoğu zaman. Bu söz Soren Kierkegaard’dan. Babalık da böyle, evlat olmakta, baba ile kurulan bağda! İşte o yüzden Babalar Günü’nü vesile edip beraberce hem ileriye, hem geriye, hem de şimdiye bakalım istiyorum. Biraz babalıktan, biraz hayattaki rollerimizden, biraz da güçlü yanlarımızdan konuşalım. Amacım, sizi içinizdeki süper kahramanla buluşturmak. Bunu dışarıda aramaktan da vazgeçirmek. Bir babaya, bir kocaya, bir eşe, bir evlada ithaf olunacak bir durum olmadığını anlatmak.
Bu satırları yazarken köşe yazımın başlığı ile biraz ters köşeye düştüğümün de farkındayım; çünkü şunu çok iyi biliyorum. Her baba bir süper kahraman değildir, olmak zorunda da değildir. Sadece babamız olmuş olmaları onları onurlandırmamız için yeterli aslında. Her anne babanın kendi bildiği kadar hayatı yaşadığını ve yine kendi bilgisi, görgüsü, farkındalığı ve hayatı elverdiği kadar evlatları için bir şeyler yaptığını, en önemlisi de
“Enerjinizi endi-şelenmek için kullanmayın. İnanmak, yaratmak, öğrenmek, düşünmek ve büyümek için kullanın.” Richard Feynman
Köşe yazıma Nobelli fizikçi Richarz Feynman’ın bu sözü ile başlamak istedim. Nedenine gelince hem bu söz hem benden okuyacaklarınız sayesinde umuyorum ki kendinize ve hayata olan inancınız artar, olmayanlara takılıp kalmaz olan güzel şeylere odaklanır, endişelenmeyi bırakır ve iyi şeyler hissetmeye ve bütünün iyiliği için güzel şeyler üretmeye başlarsınız. Ve böylelikle haftaya güzel bir başlangıç yapmanız da mümkün olur.
Sizlere dört güzel haberim var, haberden kastım umut vaat eden güzel gelişmeler. Hepimiz dünyanın ne kadar kötü bir hal aldığını konuşmaktan yorulduk, zaten konuşmakla da bir arpa boyu yol alınmıyor. Gelin iyi şeylerden bahsedelim, bu örneklere odaklanalım, çoğaltalım… Hem şehrimizin hem ekonomimizin hem canlıların hem doğanın daha iyiye gitmesi hem de bireysel olarak dünyaya en büyük katkıyı sunabilecek kendi en üst
İçinde bulunduğumuz durumu kriz kelimesiyle tanımlamakta zorlandığımız günlerden geçiyoruz. Her birimizin sebebini dayandırdığı kaynak ne olursa olsun ekonomik düzlemde de sosyal düzlemde de bireysel düzlem de durum pek iç açıcı değil. Şu ara kimine göre mevsim geçişinden, kimine göre kanlı dolunay ve yıldızların (yani astrolojinin) etkisinden kimine göre ekonominin aldığı içler acısı halden, kimine göre kaderi böyle yazıldığı için, kimine göre siyasiler ya da dış güçler kimine göre ise annesinin, eşinin/sevgilisinin ya da ortağının yüzünden bu haldeyiz. Ortak nedenlerimiz olduğu gibi bireysel nedenlerimiz de var. Adeta Pandora’nın kutusu açılmış gibi hissediyor olabilirsiniz.
Kökü eski Yunan Mitolojisine dayanan “Pandora Efsanesi”ni ya da “Pandora’nın kutusu açıldı” deyimini duymuşsunuzdur. Efsanede Pandora’nın merakı sonucunda insanoğlunun yaşamın zorluklarına karşı savunmasız bir şekilde kalışı, böylece Zeus’un insanlardan ve onların yaratıcısı Prometheus’dan intikam alışı
Bugün size sanat dünyasından başlayıp, metaverse’e (öte evrenler), oradan da son günlerde giderek artmakta olan token piyasasında ismi öne çıkan NFT’ye (Non-Fungible Tokens) uzanan güzel bir proje anlatacağım. Kreatif dünyayla sınırlı kalmayıp, yaratıcılığa özgü oyunbozanlığı kendi faaliyet alanlarına taşıyanların hikâyesini. Bu arada olay İzmir’de geçmektedir ve çok yakın zamanda da hayat bulacaktır.
Einstein, “Hiçbir özel yeteneğim yok, sadece tutkulu bir meraklıyım” der, işte en büyük yeteneği meraklı olmak olan ve böylelikle geleceği tasarlamanın içinde aktif bir şekilde ve tutkuyla yer almayı kafaya koymuşların “2K: Kreatif Kampüs Yaratıcılık Ağı” adlı projesiyle karşınızdayım.
Şu günlerde dijitalleşmenin sanatla kesiştiği mecraların en ilginci metaverse dünyası. Hemen her gün bir sanatçının NFT tabanlı işlerini ve metaverse’teki tasarlanmış dünyaları duyuyor, görüyor, deneyimliyoruz. Duymayanlarınız varsa da hemen bu dünyaya dalın ve öte evrenleri keşfedin derim.
Öyle