Bu güzel bayram tatilinde biraz daha derinlere inmek ve insani ilgilendiren temel konulara değinmek niyetindeyim. O nedenle de köşe yazıma dünyaca ünlü kişisel gelişim uzmanı, yazar Dr. Wayne Dyer’dan bir alıntı ile başlıyorum.
Dr. Wayne Dyer: “I Can Do It (Yapabilirim) konferansıma hazırlanırken, sahnede konuşmamı yaparken kullanmak üzere yanıma bir portakal almaya karar verdim. Sahneye çıktım ve elimde portakal, en ön sırada oturan 12 yaş civarı olan gence şu soruyu sordum:
“Bu elimdeki portakalı sıkabildiğim kadar çok sıkacak olsam, içinden ne çıkardı?”
Bana delirmişim gözüyle baktı ve “Tabii ki suyu” diye cevap verdi.
Peki dedim “İçinden elma suyu çıkabilir miydi?”
“Hayır” dedi gülerek.
“Peki ya greyfurt suyu?” dedim.
“Hayır” dedi yine.
Her yerde ama her yerde karşımıza bir Buda heykeli çıkma olasılığı git gide artıyor sanki? En popüler beachlerden tutun da, otel lobilerinde, şık restoranların girişlerinde hatta en sıradan evlerin bile bir köşesinde bolluk, bereket, zenginlik, verim ve mutluluk getirdiğine inanılan Buda heykelciği var artık. İnanmakla başlıyor elbette her şey ama anlayacağınız herkes ama herkes bir ‘mutluluk’, ‘tekâmül’, ‘bilgelik’ arayışına düşmüş durumda.
Şu ara Mark Manson’un ‘Ustalık Gerektiren Kafaya Takmama Sanatı’ adlı kitabını okuyorum. İnsanın mutluluk ve tekâmül arayışı dekorasyonlarımızın vazgeçilmezi haline gelen Buda’nın hikayesi üzerinden öyle güzel bir dile ile anlatmış ki özetlemektense sözü, satırlarımı Mark Manson’a bırakıyorum.
“Yaklaşık 2500 yıl önce, bugünkü Nepal’de, Himalayaların eteklerinde muhteşem bir sarayda yaşayan kralın bir oğlu olacakmış. Kralın bir fikri varmış: Çocuğu kusursuz yetiştirecekmiş. Çocuk bir an bile ızdırap çekmesin istiyormuş, her ihtiyacı, arzusu hemen
Değişmeyen tek şeyin değişimin kendisi olduğunu bilip, etrafındaki pek çok şeyden şikâyet edip kendine gelince değişime, gelişime dirençli olmak gibi bir kültüre sahibiz. Bakıyorum etrafıma ve kendime pek çok seyin canımıza tak ettiğini ve ‘bir şeylerin değişmesi gerektiğini’ yüksek sesle söyleyip duruyoruz. Değişmek ve yenilenmek zorunda olduğumuzu hepimiz gayet iyi biliyoruz. İşimizde inovasyonun şart olduğunu yakın geçmişte kabul etmiştik zaten, ardından pozitif liderlik vasıflarına sahip siyasilere ihtiyacımız olduğunu haykırdık, sıra bizim birey olarak inovasyona ihtiyacımız olduğunun kafamıza dank etmesine geldi.
İşlerimiz açısından düşünecek olursak; inovasyon, yeni veya önemli ölçüde değiştirilmiş ürün (mal ya da hizmet) veya sürecin; yeni bir pazarlama yönteminin; ya da iş uygulamalarında, işyeri organizasyonunda veya dış ilişkilerde yeni bir organizasyonel yöntemin uygulanmasına deniyor. Bir nevi yeni fikirleri (ürün, metot veya hizmet gibi) değer yaratan çıktılara dönüştürme süreci. Bu süreç de
Gündem, her zamanki gibi yoğun. Dünya gündemi de aynı oranda yoğun. Yalnızca konu başlıklarını ve bunlarla ilgili uçuşan manşetleri bile alt alta koymak, bu köşeyi doldurmaya yeterli olurdu. Ancak, tüm bu yaşadıklarımızın nedenleri, sonuçları, suçluları, masumları, her ortamda (plajlar bile buna dahil), her yazıda ve her kanalda sürekli tam bir takım tutma psikolojisi içinde tartışılırken, sanki hepsinin ortak özelliğinin gözden kaçtığını fark ettim: Amaca ulaşmak için her yolu, hatta mümkün olan en kısa yolu kullanmak. Yoksa daha başlangıçta, güç sahibi olmak, zengin olmak ve hatta iktidarda kalıcı olmak için, en doğru yerine en kısa yolun seçilmiş olması mı bu yaşadığımız kaosun nedeni?
Bu coğrafyadan çıkan ve coğrafya (geo) ölçümü (metri)bilimi geometrinin babası Öklid, Einstein’ın “Gençliğinde bu kitabın büyüsüne kapılmamış bir kimse, kuramsal bilimde önemli bir atılım yapabileceği hayaline kapılmasın” diyerek yücelttiği ‘Elementler’ isimli başyapıtında “İki noktayı birleştiren en kısa yol, doğrudur” der. Bu, kanıt gerektirmeyen apaçık gerçek, yani bir aksiyomdur. Ancak, bunu okuduğu ilk anda, “En kısa olan en doğru yoldur” yanılgısına düşebilir insan. Aynı bugün yaşadığımız
Geçen hafta Şeyma Subaşı’nın ‘Sadece Şeyma’ isimli kitabından koyu açmış, ilk sayfadaki “Şeyma Subaşı olmamı sağlayan herkese selam olsun” yazısından ve hemen ardından da ikinci sayfadaki “Acımadı ki” ifadesi üzerinden devam etmiştim. Madonna’nın Billboard Women in Music’te Yılın Kadını ödülünü alırken yaptığı konuşma ile aralarında gördüğüm benzerliği anlatmıştım. “Acımadı ki” kısmına da itiraz etmiş, Ajda Pekkan’ın da Magnum reklamında kendi hayatından bahsederek anlatmaya çalıştığı hayat denkleminin acıtarak güçlendireceği ve zorlukların insanı öldürmediği sürece aslında güçlendirdiği vurgusuyla bitirmiştim. Bunu da kartalın kendini ‘yeniden doğuş’ uçuşunu yapmaya hazırlamasına bağlamıştım. Peki, nasıl mümkün olabiliyor yeniden doğmak? Şimdi, söz verdiğim gibi ona geleyim.
Carl Jung’ın dediği gibi, “Hayat yollarında kendimizle tekrar tekrar, bin bir kılıkla karşılaşırız.” Yolumuzun üzerindeki engelleri ve sorunları nasıl aşacağımızı bilmiyor olmamız da doğal. Şöyle bir düşünürseniz; sarp geçitlere ulaşan yollar üzerinde her zaman yeni küçük kapılar ve yeni fırsatlar oluştuğuna sizler de pek çok kez tanık olmuşsunuzdur. J.R.R. Tolkien, “Köşede yeni bir yol ya da gizli bir
Şeyma Subaşı, özel hayatını anlattığı bir kitap yazmış adı ‘Sadece Şeyma’. Henüz okumadık ama kendi paylaşımlarından öğrendiğimize göre Acun Ilıcalı’dan bahsetmediği kitabın ilk sayfasında “Şeyma Subaşı olmamı sağlayan herkese selam olsun” yazısına yer vermiş, ikinci sayfasında “Acımadı ki” ifadesi bulunuyor.
Ben işin magazinsel tarafını bilmem, bir kişisel gelişimci olarak beni küllerinden nasıl doğduğu ve kişinin başına gelen şeylerin aslında kişiyi nasıl da güçlendirdiği kısmı ilgilendiriyor.
Hep eğitimlerimde bu gibi durumlar için Modanna’dan örnek veririm; Billboard Women in Music’te ‘Yılın Kadını Ödülü’ne değer görülen Madonna, unutulmayacak bir konuşma yapmıştı. 1979’da New York’a ilk taşındığında boğazına bıçak dayanarak tecavüze uğradığını anlatırken gözyaşlarına hâkim olamıyordu. Konuklara ve kendisini sevenlere, “Desteğinizin ne kadar büyük anlam ifade ettiği hakkında hiçbir fikriniz yok” diyen Madonna, konuşmasını, “Aynı zamanda şüpheciler, hayır diyenler, bana cehennemi yaşatanlar, neyi yapamayacağımı, neyi yapmamam gerektiğini söyleyenler…” diye sürdürmüş ve “Sizin inadınız beni daha güçlü yaptı, daha fazla çaba göstermemi sağladı. Beni bugünkü savaşçı, bugünkü
Albert Einstein “Çok zeki olduğumdan değil, sorunlarla uğraşmaktan vazgeçmediğimden başarıyorum” der. Başarı sorunlarla uğraşmaktan vazgeçilmediğinde, mutluluk ise zorluklara rağmen vazgeçmeyip iyimser kalabilmekte mi yatıyor dersiniz? Sanırım Tanrı’nın sevip cömert davrandığı kullarından biri olmak için iyimser olmayı öğrenmek gerekiyor.
İyimserlik derken Polyanacılık gibi kaybedilen herhangi bir şey için üzülmek yerine elindekilerle yetinmeyi ve mutlu olmayı kast etmiyorum. İyimserlikten kastım iyi durumlar ile karşılaşma olasılığımızı olduğundan yüksek öngörüp kötü durumlarla karşılaşma olasılığımızı olduğundan daha düşük görmeye yatkın olmak. W. Arthur Ward da iyimserliği en kapsamlı hali ile şöyle özetliyor;
“Gerçek iyimser problemlerin farkındadır ama çözümleri de bilir, zorlukları görür ama üstesinden gelineceğine de inanır, olumsuzlukları yakalar ama olumlulukları da vurgular, en kötüye açıktır ama en iyiyi de bekler, şikâyet etmek için nedeni vardır ama gülümsemeyi seçer.”
Tabi böyle olunca başarı da başarının sonucunda alınan keyif de diğerlerine oranla iyimserlerde daha fazla oluyor.
Nasıl oluyor da bir sürü zorluk var iken insanlar iyimser olmayı başarabiliyorlar
Sakin denizde dümen tutmak kolaydır da kaptanın mahareti fırtınalı denizde seyrederken anlaşılır. Hayat, her zaman kolay değildir. Kişinin gücü zor zamanlarda ortaya çıkar. Gerçekte ‘fırsatlar’ dışında hak ettiğimiz hiçbir şey yoktur aslında. Fırsatlarımızı da ancak kendimiz yaratırız. Hayatın kolay olduğu, çok çalışmadan, emek sarf etmeden kazandığımız istisnai durumlar da vardır elbette. Bunlar aslında tuzaklarımızdır; irademizi zayıflatır, inisiyatif kullanma gücümüzü ve verimliliğimizi köreltir. Gün gelip önemli olduğuna inandığımız ve uğruna çaba sarf etmemiz gereken durumlarda kolaya kaçmamıza neden olur. İnsan, emek vermeden kazandığı şeylerden kolay vazgeçer. Uğruna mücadele ederek kazandığı, hak ettiği her şey daha değerli ve vazgeçilmezdir. Hangi konuda olursa olsun, başarı sürdürülebilir olduğu sürece var olur. Uğruna emek harcama, çok çalışma ve disiplinle sağlanır. İş için çok çalışmaya alışkınızdır da konu özel hayat oldu mu bunun için de aynı çabayı göstermemiz gerektiğini kabul etmek istemeyiz.
Yaşadığımız hayat ile yaşamak istediğimiz hayat arasında fark vardır. Bu farkı düşlerimiz doldurur. Düşünmek güç, yapmak kolaydır. O nedenle düşünmekten, gerçeklerle