Her yerde ama her yerde karşımıza bir Buda heykeli çıkma olasılığı git gide artıyor sanki? En popüler beachlerden tutun da, otel lobilerinde, şık restoranların girişlerinde hatta en sıradan evlerin bile bir köşesinde bolluk, bereket, zenginlik, verim ve mutluluk getirdiğine inanılan Buda heykelciği var artık. İnanmakla başlıyor elbette her şey ama anlayacağınız herkes ama herkes bir ‘mutluluk’, ‘tekâmül’, ‘bilgelik’ arayışına düşmüş durumda.
Şu ara Mark Manson’un ‘Ustalık Gerektiren Kafaya Takmama Sanatı’ adlı kitabını okuyorum. İnsanın mutluluk ve tekâmül arayışı dekorasyonlarımızın vazgeçilmezi haline gelen Buda’nın hikayesi üzerinden öyle güzel bir dile ile anlatmış ki özetlemektense sözü, satırlarımı Mark Manson’a bırakıyorum.
“Yaklaşık 2500 yıl önce, bugünkü Nepal’de, Himalayaların eteklerinde muhteşem bir sarayda yaşayan kralın bir oğlu olacakmış. Kralın bir fikri varmış: Çocuğu kusursuz yetiştirecekmiş. Çocuk bir an bile ızdırap çekmesin istiyormuş, her ihtiyacı, arzusu hemen yerine getirilecekmiş. Kral sarayın çevresine yüksek duvarlar ördürerek prensin dış dünyayı öğrenmesini engellemiş. Onu şımartmış, armağanlara ve yiyeceğe boğmuş, çevresini her dilediğini yerine getiren hizmetkârlarla donatmış. Ve planladığı gibi, çocuk insan varlığının genel zalimliğini öğrenmeden büyümüş. Tüm çocukluğu böyle geçmiş, ama sonsuz lükse ve zenginliğe rağmen prens yine de mutsuz bir genç adam olmuş. Her deneyim boş ve değersiz geliyormuş. Babası ne verirse versin hiçbir zaman yeterli değilmiş, hiçbir anlam ifade etmiyormuş. Bir gece geç vakit, prens duvarların ardında ne olduğunu görmek için saraydan kaçmış. Bir hizmetkârı onu yakındaki köye götürmüş. Prens gördüklerinden dehşete düşmüş. Hayatında ilk kez insanın ızdırabıyla karşılaşmış. Hastalar, yaşlılar, evsizler, acı çekenler ve hatta ölenler. Prens saraya dönmüş ve kendini bir tür varoluş krizinin içinde bulmuş. Gördüklerini nasıl işleyeceğini bilmediği için her şey hakkında müthiş duygusallaşmış ve sürekli yakınmaya başlamış. Ve çoğu genç adamın yaptığı gibi, onun için yaptığı şey için babasını suçlamış. Onu bu kadar mutsuz edenin, yaşamını böyle anlamsızlaştıranın zenginlik olduğuna inanmış ve kaçmaya karar vermiş.
Ancak prens sandığından daha çok babasına benziyormuş. Onun da büyük fikirleri varmış. Sadece kaçmakla kalmamış, tahtından vazgeçmiş, ailesini terk etmiş, zenginliğini dağıtmış, sokaklarda yaşamaya başlamış. Hayatının geri kalanını dilenerek geçirmiş. Saraydan kaçmış ve bu kez geri dönmemiş. Yıllarca bir serseri gibi yaşamış, toplumunun gözden çıkardığı ve unuttuğu bir artığa dönüşmüş, toplum basamaklarında bir köpek kadar değeri yokmuş. Ve planladığı gibi çok acı çekmiş; hastalık, açlık, ızdırap, yalnızlık ve çürüme. Ölümün eşiğinde yaşıyor, çoğu zaman günde yalnızca bir fındıkla besleniyormuş.
Birkaç yıl geçmiş, ardından birkaç yıl daha ve sonra... Hiçbir şey olmamış.
Prens bu sefil ve ızdırap içinde yaşamın olması gereken şeye dönüşmediğini fark etmeye başlamış. Ona arzuladığı iç görüyü sağlamamış. Dünyanın sırlarını ya da nihai amacını gözlerinin önüne sermemiş.
Aslında prens hepimizin üç aşağı beş yukarı zaten bildiğimiz şeyi öğrenmiş: Izdırap çekmek iğrenç bir şeydir. İlla anlamı olmak zorunda da değildir. İnsan zenginse ve amaçsızca ızdırap çekiyorsa bunun bir değeri de yoktur. Ve sonunda prens kendi büyük fikrinin de, tıpkı babasınınki gibi saçma ve korkunç bir fikir olduğunu, gidip başka bir şey yapmasının daha doğru olacağını kavramış. Kafası karmakarışık prens biraz temizlenip bir ırmağın yakınında ulu bir ağaç bulmuş. Aklına başka bir büyük fikir gelene kadar o ağacın altında oturmaya karar vermiş. Efsaneye göre, kafası karışık prens o ağacın altında 49 gün oturmuş. Aynı yerde 49 gün oturmanın biyolojik olanaklılığına girmeyelim, sadece prensin bu sürenin sonunda derin farkındalıklara kavuştuğunu söyleyelim. Bunlardan biri de şuymuş: Yaşamın kendisi bir ızdırap çekme formuymuş. Zenginler zenginlikleri nedeniyle ızdırap çekiyorlarmış. Yoksullar yoksullukları nedeniyle. Ailesi olmayanlar ailesi olmadığı için. Dünya zevklerinin peşine düşenler bu zevkler nedeniyle. Bu zevklerden elini ayağını çekmiş olanlar, tuttukları oruç nedeniyle.
Bu tüm ızdırapların eşit olduğu anlamına gelmez. Bazı ıstıraplar kesinlikle diğerlerinden daha çok acı verir. Ama hepimiz ızdırap çekeriz. Yıllar sonra, prens kendi felsefesini geliştirmiş ve bunu dünyayla paylaşmış. İlk ve ana öğretisi de şuymuş: ‘Izdırap ve kayıp kaçınılmazdır ve onlara karşı koymaya çalışmaktan vazgeçmeliyiz.’
Bu prens Buda’dır.