"Küçük acılar konuşabilir, büyük kederler ise dilsizdir” der Seneca. Ne kadar tarif etmeye, acının dili olmaya hatta anlamaya çalışsak da mümkün değil depremle gelen acıların bizler tarafından tam anlaşılması ve dile getirilmesi. Nasıl “açılmamış kanatların büyüklüğü bilinemez” ise yaşanmamış acıların hissettirdiklerinin ve büyüklüğünün kestirilmesi imkansızdır zaten.
Birkaç haftadır yazmıyorum, daha doğrusu yazamıyorum. Ne yazabilirdim ki? Ne yazsam eksik kalacak gibi hissediyorum. Yaşamadığımız (ve umarım bir daha hiçbirimiz yaşamayız) bu kadar büyük bir felaket için ne desem az, eksik belki de komik kalacaktı. Deprem uzmanı da değilim, afetler konusunda derin bir bilgiye de sahip değilim. Yardımlaşma, dayanışma, organize olma konusunda var az biraz tecrübem. Bildiğim kadarıyla elimden geleni yapmaya çalışmakla geçti günlerim. Yetkinliklerim neye el verdiyse onu yapmaya çalıştım. Görünenin ötesinde dile gelmeyen o büyük kederleri işitebilmeyi denedim. Hayatla, gerçeklerle
“Eriyen bir kar gibi ol, yıka kendini kendinden” der Mevlana.
İçinden geçtiğimiz soğuk ve kar beklenen şu günlerde biliyorum ki hepimiz kendimiz ile baş başa kaldık. Ve bu kendimizle kalma sürecinde seçimler çıkıyor karşımıza. Bazılarımız, içimizi yakan ateşten kaçışlar arıyoruz; etrafa sarıyoruz, kabahati dışarlarda arıyoruz, şikâyet ediyoruz... Bazılarımız, içimizi yakan ateşin sönmesi için şifacıların bağımlısı olmuş durumdayız, taşıma su ile kalıcı çözümler arıyoruz. Bazılarımız ise kendi ateşimizle kendimizi yakmayı tercih ediyoruz, kendi ateşimizle eriyen kar gibi olup, kendimizi yıkayıp sonra yeniden doğmayı, böylelikle kendimizi şifalandırıp kendi hikâyemizi yaratma şansını kendimize veriyoruz.
Elif Şafak’ın dediği gibi, “Hava soğuyunca değil, yüreği soğuyunca başlarmış insanın kışı...” Bu iç yangınlarımız ve evlerimize kapandığımız soğuk havalar aslında bize yeniden doğma, kendimizden kendimizi doğurma sansı veriyor.
Kalbimizde yanmayı bekleyen bir mum var. İçimizde dolmayı bekleyen boşluklar var. Hissediyor musunuz?
Şik&acir
Dönem, dönem Dünyanın ve Türkiye’nin röntgenini çeken sosyal-siyasal eğilimler araştırmaları yapılıyor. Bu araştırmanın sonuçlarına göre, haftada en çok kitap okuyan ilk üç ülke Tayland, Çin ve Hindistan. Üstelik bu ülkelerin gazetelere, dergilere ve bilgisayarlara erişimlerinin kısıtlı olduğunu hatırlatmak istiyorum. Avrupa’ya baktığımızda ise Finlandiya, Polonya ve Estonya en çok kitap okuyan üç ülke. Kitap okuma oranları Belçika’da %7.9, Avusturya’da %7.2, Romanya’da %6.2 ve Fransa’da %2.6. Türkiye’de ise bu oran %10’u geçmiş durumda. Ama araştırmalarda öne çıkan konulardan biri ise toplumumuzun yüzde 75’inin hiç kitap okumaması. Bir diğeri ise yüzde 70’nin televizyon izliyor olması. Kültür ve sanat etkinliklerine katılım da çok düşük olması. “Tiyatroya hiç gitmem” diyenlerin oranının yüzde 70 olduğu, sinemayla ise sadece yüzde 35’i ilgilendiği bir toplumda yaşıyoruz. Türkiye’de insanlar 6
Son yıllarda negatif tavırlara karşı yüksek bir farkındalık içindeyim. Bu konuya duyarlılığım çok arttı. Ne zaman olumsuz bir tavırla karşılaşsam, negatif bir insan görsem söz konusu tavrı yapanın amacını, derdini, sıkıntısının kaynağını anlamaya çalışıyorum. Henüz bunu doğrudan kendilerine sorarak yapamıyorum. Sanırım eskisi kadar enerjik olmadığım için izliyorum sadece. Oysa doğrudan kendilerine (suçlamadan) sormak, onları problemlerinin gerçek kaynağını araştırmaya ve iletişimlerini daha pozitif bir eksene taşımaya yönlendirmek isterdim.
Bazen kendi kendimi de benzer bir modda bulduğum oluyor. Ne de olsa bir kişiden yayılan zehir, herkesi zehirler. Bir kişinin olumsuz davranışı, tüm ortamın ahengini bozmaya yeter de artar bile. Kötülük hızla bulaşır. Ve kabul etmeliyiz ki hepimizin içinde hem kötülük hem iyilik var. İçimizdeki iyi ve kötü birbiriyle çatışırken, biz bu çatışmada hangisini seçersek onu yaşıyoruz. İyi olmak da kötü olmak da elimizde! İyi olmayı seçemediğimizde ya da seçmeyi bilinçli bir
Son 11 yıldır utanmadan, sıkılmadan, üşenmeden, eleştirilere kulak asamdan kendimle ilgili “Algı Anketi” yapıyorum. Algı anketi deyince aklınıza daha çok kurumların, siyasi partilerin vs. haklarında ne düşünüldüğü ve itibarları ile ilgili yaptırdıkları anketler gelse de ben bunu bireysel bazda yapıp kendi imajımı anlamak için kullanıyorum.
“Birine beni anlatmanız gerekseydi hangi 3 kelime ile anlatırdınız?” başlıklı bir mail hazırlıyorum ve beni iş ya da sosyal yaşamdan tanıyan insanlara ricada bulunuyorum. (Gerçi bu sene çemberi genişletip içine beni sosyal medyadan tanıyanları da dahil ettim.) Beni düşündüklerinde, adımı duyduklarında, akıllarına ilk gelen, beni tanımladığını, anlattığını düşündükleri “3 kelimeyi” yazmalarını ve bana göndermelerini istiyorum.
Biraz daha konuyu zihinlerinde canlandırabilmeleri için de: Seda Sayan için genellikle dobra ve cesur denir. İş Bankası Güvenilir’dir örneğini veriyorum. (Bu 2 veri ulusal çapta yapılan algı araştırmasının sonucudur) Ve ardından “Sizce beni hangi 3
İnsan hakları, yeryüzünde yaşayan tüm yetişkin ve çocukların sadece insan olmaları sıfatıyla sahip oldukları temel hak ve özgürlüklere denir. Hukukun ve demokrasinin yerleşmiş olduğu her toplumda bu hakları kullanmakta herkes özgür ve eşittir. Tek farkla… Çocuklar yalnızca küçüklükleri nedeniyle bu haklarını bir başlarına kullanabilme yetisine sahip değildir. Bu gerekçe ile de haklarını kullanabilmeleri konusunda en çok korunup kollanması gereken en kritik ve kırılgan nüfus grubudurlar.
Çocuk yaşlarında, onlara nasıl bakıp, nasıl konumlandırdığımız önemlidir. Bu nedenlerle çocuklar aynı zamanda ülkelerin kalkınma planlarının, erdemli, sağlıklı bir toplumu oluşturma politikalarının göz ardı edilmemesi gereken potansiyel belirleyicileridirler. Büyük Atatürk’ün de dediği gibi: “Çocuklar her türlü ihmal ve istismardan korunmalı, onlar her koşulda yetişkinlerden daha özel ele alınmalıdır. Çocukları sağlıklı ve bilgili yetiştirilmeyen uluslar, temeli çürük binalar gibi çabuk
Birkaç gündür evde yatıyorum. Bu evrim geçirmiş grip salgını, mikrop kokteyli beni de etkisi altına aldı. Yattığım yerden kalkabilmem pek mümkün değil. Uzun uzadıya bir şeyler okumam hele ki çalışmam hiç mi hiç mümkün değil. Gazeteler, köşe yazıları, haberler, youtube videoları, sosyal medya paylaşımları ile idare ediyorum, hatta aşırı derecede bu saydığım başlıklarla yoğun günler yaşadım.
6 yaşındaki kızını evlendirilen tarikat lideri baba ve 6 yaşında bir kız çocuğu ile evlenen 29 yaşındaki sapık mürit ve buna müsaade eden bir anne olayı ile sarsıldı ortalık. Sıra dışı bir sapıklık olayı olan bu insanlık ayıbına gelen tepkileri takip ederek geçti günlerim. Tabi en çok siyasilerin duruşlarına, Diyanet’ten gelecek açıklamalara, vakıftın kendini nasıl savunacağına ve elbette yargının nasıl işlemekte olduğu ile Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı’nın duruma nasıl el attığına odaklandım. Ben hala izlemedeyim, çünkü süreç devam ediyor ve alınacak yol, verilecek karar bu gibi durumlarda bundan sonrası için emsal teşkil
Ege Ekonomiyi Geliştirme Vakfı’nın paydaşları ile organize ettiği ‘Ege Ekonomik Forum’un altıncısının gerçekleşmesine az kaldı. Nasıl büyük bir başarıdır bir etkinliği geleneksel hale getirebilmek, ne çok emek vardır arkasında. Etki alanını ilmek ilmek genişletmekten, kazandırdığı katma değeri artarak çoğalmaktan ve daha geniş kitlelere ulaşmaktan geçer yolu. Dünyanın sorunu her konuda sürdürülebilirlik değil mi zaten! Bize de bu forumu bu noktaya getiren herkesi takdir etmek ve teşekkür etmek düşer elbette. Büyük özverilerle gerçekleştirilen bu başarıyı alkışlamak ve duyulmasına vesile olup, katılımcısını artırmaya destek olmak da bize düşer…
Ege Ekonomik Forumu’na geçmeden önce gelin bir Ege Ekonomiyi Geliştirme Vakfı’na göz atalım. 1992 yılında, dönemin İzmir Valisi Kutlu Aktaş öncülüğünde belediye, odalar ve derneklerin katılımıyla bölgeyi dış yatırımcılara tanıtmak amacı ile kurulan bir vakıf. 1998’de İzmir dışında 9 ilin (Afyon, Aydın, Denizli, Muğla, Manisa, Kütahya, Çanakkale,