Küresel ekonomiler son 5 yıldır halklarına, “Artık işsizsiniz; kendi işinizi kurun” mesajı veriyor.
Bugünlerde 102 ülkede düzenlenen sempozyumlarda, “Kendi imzanızı atın”; “Hayallerinizin peşinden gidin”; “Girişimcilik aşısı yapın” gibi, birbiri ardına etkileyici cümlelerin kurulduğu Global Girişimcilik Haftası’nı idrak ediyoruz.
Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği (TOBB) de, Anadolu’nun dört bir yanından gelen 600 kadın girişimciyi Ankara’da konuk ettiği, “Girişimcilik Kongresi” düzenleyerek, konuya verdiği önemin altını çizdi. TOBB Başkanı Rifat Hisarcıklıoğlu açılışta “Biz iyi bir iş bulma değil, iyi bir iş kurma hedefi gösteriyoruz” diyordu ki; bu söz bana Başbakan Erdoğan’ın, işsizlik oranı tarihi rekorunu kırarken TOBB’un 1 milyon 200 bin üyesine dönerek, “Her biriniz bir kişiyi işe alsanız, işsizlik sorunu biter” sözlerini hatırlattı. TOBB bu söze destek vermediği gibi, bir de eleştirmişti (!)
Yıldız Tuna’nın başarısı
“Kötü ev sahibi, kiracıyı mülk sahibi yaparmış” sözü tam da benim size anlatacağım “Yeni girişimcilik” kavramının gerekçesini anlatıyor. Kötü ekonomiler, işsizleri patron yapıyor... Tabii yeni bir iş kurup batanlar olduğu gibi, hakikaten işleri yolunda
CHP’de ortaya çıkan parti içi kutuplaşma, eğer kendisine ideolojik bir zemin bulmasaydı, toplumun farklı kesimleri tarafından bu kadar ilgiyle takip edilmezdi.
İnsan hakları ve özgürlüklerin gelişmesinden, ekonomi ve demokrasi alanına kadar acil çözüm bekleyen sorunları, iktidar partisinin tek başına çözmesini kimse beklemiyor. Temel sorunlar geniş bir toplusal mutabakatla aşılabilir.
Dün sohbet ettiğim BJK eski yöneticilerinden ve işadamı Fikret Orman’ın bir saptamasını burada yinelemek istiyorum:
“Toplumun CHP’ye, Baykal’dan, Kılıçdaroğlu’ndan daha çok ihtiyacı var.”
Fikret Orman’ın yorumu
Orman, halkın siyasetçilerin ideallerini desteklediklerini belirterek, CHP’deki zorunlu dönüşüme dikkat çekiyor:
Ulaştırma Bakanlığı Sivil Havacılık Genel Müdürü Dr. Ali Arıduru, Sabiha Gökçen Havalimanı’nda 400 milyon dolara mal olacak Havacılık Bakım Onarım Merkezi’nin (HABOM) temeli atıldığı saatlerde “Özel sektör Sivil Havacılık’ın 5 yıl gerisinde” iddiasını dile getiriyordu.
Kulaklarımız Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım’ın, “Havayolunu halkın yolu yaptık” sözleri ile doluyken, Arıduru’nun hava taşımacılığında özel sektörün hantallığına dikkat çekmesi, konuyu eşelememiz için yeterli. Bu noktadan Arıduru’nun sözleri ile devam edelim: 2003’te 35 ülkede, 60 noktaya uçuş yaparken, bugün uçuş yaptığımız ülke sayısı 70’e, uçuş noktası ise 130’a çıktı. Oysa biz 111 ülke ile sivil havacılık alanında anlaşma imzaladık. Bu anlaşmalar uçuş potansiyelimizi ortaya koyuyor. Arıduru’nun yaklaşımı bana, “Dışişleri’nin bölgesel politikalarının bu yolu açmakta öncü rol üstlendiğini düşünebilir miyiz” sorusunu sorduruyor. Arıduru bu konuda da oldukça net: Biz Dışişleri’nin önünde gittik. Önce biz anlaşmalar yaptık.
Hemen akla gelen bir başka etkeni vurgulama gereği duyuyorum: Sivil Havacılık, uçuşların ekonomik sonuçlarına odaklı bir kurum değil. O nedenle özel havayolu şirketleri Allah’ın dağına gitmeyi
Başbakan Tayyip Erdoğan 7 tepeli kentin “deprem riskini”, geçtiğimiz pazar günü 7 bakan ve yetkililerle görüşüp, siyasi öncelikleri arasında konumlandırdı.
Açık söylemeliyim ki; “Afet Zirvesi”nin medyaya cılız yansımasına şaşırdım. Bir TÜSİAD Yüksek İstişare Konseyi’nin basına kapalı bölümü bile Türkiye’yi yasa boğan facialardan daha mı çok ilgi görüyor, nedir anlamadım. Başbakan, bakanlar, bürokratlar, uzmanlar bir araya gelerek ilk kez sel, heyelan ve deprem gibi felaketleri, “doğasına” bırakmayan bir siyasi irade sergiliyor. Toplantının yapıldığı gün, Amerikan Büyükelçiliği’ne yakın çevrelerden bir dostum ile sohbet ediyoruz...
Amerikalıların 1999 Gölcük depreminden sonra İstanbul’da 7-7.5 şiddetinde bir deprem olma olasılığının ilk 10 yılda yüzde 30, ilk 30 yılda yüzde 60 olduğunu söylediklerini anlatıyor.
İlk 10 yılı geride bıraktığımıza göre, riskin yüzde 60’ın üzerine çıktığı gerçeği zirvenin de ana gündemini oluşturuyor.
Kamusal önlemler yetersiz
Ölümcül korkuyu hak eden “İstanbul’da deprem riskine” karşı, yapı stoğunun güçlendirilmesi ve riskli alanların boşaltılması meselesine duyarlı bir yönetim sergilendiğini söyleyemem.
Washington’da temelleri atılan yeni iş konseyinin düşündürdüklerini irdeleyeceğim.
TÜSİAD’ın fikir önderliğinde, MÜSİAD’dan TOBB’a kadar birçok iş dünyası örgütünün katılımı ile oluşturulan Dış Ekonomik İlişkiler Konseyi’nin, (DEİK) ilk “İş Konseyi” bundan 25 yıl önce kurulan Türk-Amerikan İş Konseyi-TAİK olmuştu.
İş dünyası DEİK çatısı altında ikili dış ekonomik ilişkilerin koordinasyonunu sağlıyor, hükümetlere de rehberlik ediyordu.
Son yıllarda DEİK’in “temsili” tartışmaya açıldı. Çünkü bu süre içinde ortaya çıkan TUSKON; iş hacmi küçük de olsa DEİK’ten bağımsız bir eylem ve politika belirleyerek, uluslararası ekonomik ilişkilerde rol üstlenmeye başladı.
Afrika’dan Türk Cumhuriyetleri’ne; Ortadoğu’dan Amerika’ya kadar organizasyonlarını geliştirdi.
Geçtiğimiz aylarda Fethullah Gülen cemaatine yakın işadamları, Amerika’da 6 federasyon ve 180 dernekten oluşan, “Türki-Amerikan Federasyonları Assamblesi”ni (ATAF) kurdular.
ATAF, Amerika’da öteden beri faaliyet gösteren Türk-Amerikan Dernekleri Assamblesi (ATAA) karşısında yeni bir güç olarak ortaya çıkıyordu.
Ne kadar tartışsak azdır; yolumuz uzun... Türbanın serbest bırakılması ile aynı anda gündemimize giren, Dünya Ekonomik Forumu’nun (WEF ) açıkladığı “Küresel Toplumsal Cinsiyet Eşitsizliği 2010” başlıklı raporu; “kadının özgürleşmesi” ve “ileri demokrasi” kavramlarını birlikte tartışmamıza önemli bir zemin hazırladı.
Rapor, kadın-erkek eşitliği sıralamasında Türkiye’nin 134 ülke arasında 126’ncı sırada olduğunu gösteriyordu.
Türkiye son 5 yılda, 21 basamak birden geriledi.
Ekonomik katılım ve fırsat eşitliği açısından 131, eğitim alanında 109, siyaset alanında 99, sağlık alanında ise 61’inci sırada yer alan Türkiye’yi dipten yukarı çekmek için ne yapılmalı?
Bu sorunun yanıtını, tüm sosyal kesimleri yatay olarak kesen “kadın sorununa” odaklanarak arayamazsak, çabalarımızın çok da yerinde olmayacağını baştan söylemeliyim.
Sistemin kolay avıTürkiye ekonomik alanda yükselişini sürdürüyor. Dünyanın en büyük 17’nci ekonomisi olma başarısını gösteriyor, ancak aynı süre içinde kadına yönelik şiddet artıyor (2002’den 2009’a yüzde 1400), kadın istihdamında bir iyileşme görülmüyor.
Gemi inşa sanayinin sorunlarının tartışıldığı toplantıyı aktarmadan önce, Tuzla Tersanesi’nde süren “ölümlü iş kazaları”na odaklanmayı tercih ediyorum.
TÜSİAD Ulaştırma Çalışma Grubu, “Türk Sanayisine Sektörel Bakış: Gemi İnşa Sanayi” konulu bir panel düzenlemişti. Toplantı sonunda Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım, iş güvenliğinin artırılması ihtiyacının sanayicilerin ajandasında olmamasına ilişkin kaygılarımı ilettiğimde, “Güncel olmadığı için yer vermemişlerdir” yanıtı veriyor.
Aynı gün, Tuzla Tersanesi’nde 4 gündür kimsenin arayıp sormadığı 24 yaşındaki tersane işçisi Zülfikar Uysal’ın denizden çıkan cesedi toprağa verilmişti. Uysal, Tuzla’da yaşamını yitiren 142’inci işçiydi.
Ölümlü iş kazalarına ilişkin “cahil işçiler” jargonu geliştiren gemi sanayicilerinin aksine, toplantıda “farkındalık” yaratan tek yaklaşım Yıldırım’dan gelmişti. Yıldırım’ın gemi sanayi iş hacminin artmasına yönelik olarak birinci sırada dile getirdiği “kamu talebinin yaratılması” önerisinin ardına, “iş kazalarının önlenmesi için tedbirlerin artırılması” maddesini koyması önemliydi.
Sektör sorunlarına vurgu yaparak “finansal destek” isteyen Ulaştırma Çalışma Grubu Başkanı ve AK Parti eski milletvekili
Anayasa referandumunda “evet” cephesinde yer alan Anayasa Mahkemesi Raportörü Doç. Dr. Osman Can’ın “Darbe Yargısının Sonu” kitabını okuduğumda, ilgimi en çok “Türkiye’nin hukuk ve siyaset pratiğinde kadın” başlıklı bölüm çekmişti.
Zira her fırsatta, “Kadın barışın yanındadır” der dururum.
Sözünü ettiğim kitabın ilgili bölümünde ana fikir şu: Kadınlar faşizmin taşıyıcısı haline getirilebiliyor!
İran da farklı değil
Modern dünyanın ve iktidarın kullanım araçları, erkeğin egemenliği altına girdiği andan itibaren kadına, “vitrin olma” rolünün biçildiğinin altını çizen Can, faşizmin kadınla ilişkisini şöyle yorumluyor:
“Büyük ideolojileri kadınlara anlatmak suretiyle onları, büyük bir güç olarak hızlı bir şekilde mobilize etme ve faşizmin öncü güçleri haline getirmek mümkündü. Kadının hem görsellik açısından, hem çocuklara ilk kültürü aşılayan olması, hem de “ilericiliğin” göstergesi olarak kullanılabiliyor olması nedeniyle; İspanya, Almanya, İtalya ve komünist dünyada bu nedenle daima öne çıkarılır. İran’da durum farklı değildir.”