İran ile beş Güvenlik Konseyi üyesi ve Almanya’dan oluşan “P5+1” adlı grup arasındaki nükleer görüşmeler bir yıllık aradan sonra pazartesi günü Cenevre’de yeniden başladı. Böylece, AKP iktidarının görüşmelerin Türkiye’de başlaması hayali gerçekleşmemiş oldu.
Buna karşın görüşmelerin ikinci turunun Türkiye’de yapılacağı bildiriliyor.
Gerçekleşmesi halinde bunun AKP iktidarı açısından belli ölçüde itibar kurtaran bir gelişme olacağı kesin. Zira müzakerelere ev sahipliği yapmayı bırakın, Ankara müzakere masasında kendisine bir yer bulmayı umuyordu. AKP iktidarını kendisine yakın gören İran da bunu arzuluyordu.
Fakat Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov, Türkiye’nin o masada olmayacağını aylar önce açıkladı. AKP’nin İran’a karşı önyargılı davrandığına inandığı Batılı grup bir yana, bu gruba dahil olmayan Çin bile Türkiye’yi bu konuda desteklemedi. Açıkça konuşmak gerekiyorsa, müzakere sürecine dahil olması halinde Türkiye’nin İran’a karşı oluşturulmaya çalışılan kolektif baskıyı “sulandırmasından” hâlâ endişe edenler var.
Ancak, müzakerelerin ikinci turunun Türkiye’de yapılacak olması, dediğimiz gibi, AKP iktidarı açısından “zevahiri” yine de belli ölçüde kurtaracaktır. Tabii bu konuda da bir ihtiyat payı bırakmakta yarar var. Zira Batılı diplomatlar, müzakerelerin Türkiye’de devam etmesine bazı ülkelerin hâlâ çok sıcak bakmadıklarını söylüyorlar.
Konuştuğumuz diplomatlar bunu, Türkiye’nin “İran’ın avukatı” imajından henüz kurtulamamış olmasına bağlıyorlar. Türkiye ile Batılı ülkeler arasında var olan başka bir temel anlaşmazlık konusuna da işaret ediyorlar. Ankara hâlâ İran’a uygulanan yaptırımların işe yaramadığına inanıyor.
Başta ABD olmak üzere Batılı ülkeler ise bu yaklaşımı reddediyorlar. Onlara göre, Türkiye ve Brezilya’nın İran ile müzakere ettikleri takas formülü hayata geçirilebilmiş olsaydı bile, yaptırım süreci yine de devam edecekti. Zira uranyum takası konusu İran’ın nükleer emellerini kontrol altına alma çabalarının sadece bir unsurunu oluşturuyor.
P5+1 adına İran ile müzakere eden AB’nin “Dışişleri Bakanı” Catherine Ashton ise, Tahran’ın müzakere masasına dönmesini “yaptırımların acıtmaya başlamasına” bağlamıştı. Bu inançta olan Batılı ülkeler de, bu nedenle, İran’ın nükleer programı konusunda arzulanan şeffaflığı sağlamaması halinde yaptırım sürecinin her halükârda devam edeceğini belirtiyorlar.
Çıkan haberlere bakılacak olursa, İran’ın Cenevre’deki müzakerelerde nükleer meselesinin masada olmayacağını söylemesine karşın, pazartesi günü yapılan dört buçuk saatlik görüşmelerin ağırlıklı konusu bu olmuş. Bu da İran’ın sanıldığı kadar güçlü bir konumda olmadığını gösteriyor.
İran’ın, “Tahran Deklarasyonu” çerçevesinde ortaya çıkarılan “uranyum takası” formülünün Cenevre’deki müzakerelerin başlangıç noktasını teşkil edeceğine dair söylemi de şu ana kadar pek tutmuşa benzemiyor. Bu deklarasyonun “metodolojisi” kabul edilse bile, “içeriğinin” köklü değişikliklere uğrayacağı belirtiliyor. Öte yandan, İran ile uzlaşmaya varılması halinde söz konusu takasın, Tahran Deklarasyonu’nda öngörüldüğü gibi, Türkiye üzerinden yapılacağı konusunda da şu aşamada bir garanti yok.
Bütün bu söylediklerimize karşın, Batılı diplomatlar “Türkiye’ye bu işte ev sahipliği yapmak dışında hiç yer yok” da diyemiyorlar. Müzakerelerin belli bir aşamasında Türkiye’ye bir rol düşmesi olasılığını dışlamıyorlar. Ancak diplomatlar, Türkiye’ye düşecek olası görevin merkezi bir “arabuluculuk rolü” olacağını da pek sanmıyorlar.
Günü geldiğinde Ankara’dan istenilecek temel şeyin, “yola gelmesi” konusunda Tahran’ı ikna etmesi olacağını söylüyorlar. Konuyu yakından takip edenler, Batı’nın tutumunun aslında başından beri bu olduğunu biliyorlar. Bunun ise, kendi söyleminden bölgeye dönük büyük ihtirasları olduğu anlaşılan AKP iktidarını pek tatmin edeceğini sanmıyoruz.