Türkiye’deki İslami “aydınların” katkılarıyla giderek belirginleşen “müdahaleci İslami aktivizm” önce 1985 Cannes film festivalinin “en iyi yönetmen” ödülünü alan Emir Kusturica’yı, ardından da Nobel ödüllü V.S. Naipaul’u ülkemizden kovmak suretiyle dişlerini göstermeye başladı. İşin ilginç yanı ise, her iki ismin Türkiye’ye daha önce gelmiş olmalarına rağmen aleyhlerindeki kampanyanın ancak şimdi ortaya çıkmasıdır.
Bunun 12 Eylül referandumu sonrasında İslami kesimde artan özgüvenin bir sonucu olup olmadığı tartışılabilir. Sonuçta bu tür gelişmelerin “kendilerini yeterince güçlü saydıklarında neler yapacaklarını şimdiden göstermeye başladılar” argümanını körüklediği kesin.
Dahası, “bugünden bunları yapanların gelecekte ‘katli vaciptir’ diye bazı kişilerin peşine düşmeyeceklerine karşı ne tür garantilerin olduğunu” merak edenler de var.
Bunların “Çağdaş Türkiye” iddiası açısından çok da sevindirici gelişmeler olmadığı aşikâr.
Özetle, “özgür ifade” kavramını hiçe sayan bu İslami yaklaşım, kendisini zamanla Türkiye içinde farklı şekillerde dışa vuracağına dair olumsuz beklentileri de arttırıyor. Bundan bir süre önce, üstelik “Avrupa Kültür Başkenti” iddiasında olan İstanbul’un göbeğinde, “içki içildiği” gerekçesiyle bir sergi açılışına düzenlenen saldırı da haliyle unutulmuş değil.
Öte yandan, eserlerini okumadığımız Hilmi Yavuz adlı şairimizin “entelektüel kalibresini” de hiç okumadığı belirtilen Naipaul hakkında söylediklerinden sonra görmüş olduk. Kendisi bu yaklaşımı ile İslami kesimin fikir özgürlüğü konusundaki temel güdülerini de dolaylı yoldan ifşa etmiş oldu.
Sonuçta, İslami kesimin “aydınları” bunu yaparsa, din adına bir sergi açılışına saldıran eli sopalı cahil bir güruhun neler yapabileceğini tahmin etmek güç değil. 1993’te 33 aydın ile 2 otel çalışanının böyle bir güruh tarafından yakılarak öldürüldüğü Sivas katliamı da burada kaçınılmaz olarak akla geliyor.
Kimi uzmanlara göre hatalı olarak olsa da, Fransız düşünürü Voltaire’e atfedilen bir söz vardır. Din ile hiç arası olmayan Voltaire’in 1770’te bir din adamına yazdığı mektupta şöyle dediği belirtilir.
“Yazdıklarınızdan nefret ediyorum, ancak yazmaya devam edebilmeniz için hayatımı veririm” (Monsieur l’abbé, je déteste ce que vous écrivez, mais je donnerai ma vie pour que vous puissiez continuer à écrire).
Voltaire’in bunu bu şekilde söyleyip söylemediği tartışmalı olsa bile, fikir özgürlüğü ve hoşgörü üzerine yazdıklarını bilenler böyle bir düşüncenin kendisi için ters olmadığını da bilirler. İşi biz Türkler açısından daha da ilginç kılan bir yanı var.
“Hoşgörüyü” adeta bir “din” mertebesine çıkarmış olan Voltaire, Katolik kilisesinin baskılarını afişe ettiği 1775 tarihli bir eserinde (Toleration and Other Essays New York: G.P. Putnam’s Sons, 1912), aslında hiç sevmediği Türklerin hoşgörüsünü över. “Sultan farklı dinlerden 20 milyon kişiyi barış içinde yönetir. Konstantinopolis’te 200 bin Rum güven içinde yaşar” der.
Tartışmalı düşüncelere sahip olan Kusturica ile Naipaul’un aslında “sevimsiz kişiler” oldukları edebi çevrelerde uzun zamandır söylenir. Bundan birkaç yıl önce ünlü Amerikalı yazar Paul Theroux ile Ankara’daki ABD Büyükelçiliği’nde tanışma fırsatını bulmuştuk.
Theroux’ın Naipaul’a duyduğu antipatiyi bildiğimiz için konuyu açmıştık. Theroux, Naipaul için, “Kişiliği ve fikirleri berbat olsa da okunması ve tartışılması gereken önemli bir yazar” demişti. İslami aydınlarımızın bu anlayışa varabilmeleri ve sıkı bir ateist olan Voltaire’in daha 1775’te Türklere atfettiği “hoşgörüye” erişmelerinin çok zaman alacağını Kusturica ve Naipaul olaylarında gördük.
Uzun lafın kısası, gerçekten -iddia edildiği gibi- “ileri demokrasiye” doğru mu ilerliyoruz, yoksa bu kisve altında bizim için başka şeyler mi hazırlanıyor, Türkiye için bu sorunun önemi bizce giderek artıyor.