Semih İdiz

Semih İdiz

sidiz@milliyet.com.tr

Tüm Yazıları
Haberin Devamı

Başbakan Erdoğan’ın diplomasi sanatı ve diplomatlarla yıldızı bir türlü barışmıyor. Barışacak gibi de değil. Wikileaks tarafından sızdırılan Amerikan gizli yazışmalarından sonra bu mesleğe ve onu yürütenlere duyduğu antipatinin katlanarak arttığını tahmin etmek güç değil.
ABD Dışişleri Bakanlığı sözcüsü Philip J. Crowley’in Amerikan kriptolarını savunan açıklamasının bu antipatiyi daha da körüklediği aşikâr. Bu da bir yerde anlaşılır, zira Erdoğan Amerikan kriptolarında yer alan “İsviçre’de gizli hesaplar” iddiasının “yalan” diye geçiştirilemeyeceğini biliyor.
Nitekim konu daha ilk günden iç siyaset malzemesi oldu. Gündemden düşeceğe de pek benzemiyor. Erdoğan bu nedenle AKP genel başkan yardımcılarından Abdülkadir Aksu’yu, bu konuda yasal olarak ne yapılabileceğini araştırmak üzere görevlendirdi. Aksu da konuyla ilgili açıklamalarında dava edilecek suçlu diplomat aradıklarını belli etti.
Ancak Erdoğan ile Aksu’yu kötü bir haber bekliyor. Zira hiç kimseyi dava edemeyecekler. “Elçiye zeval olmaz” lafı boşuna değil. Erdoğan ve Aksu’nun açıklamalarından, diplomasinin nasıl bir iş olduğunu ve hangi uluslararası kurallara tabi olduğunu pek anlamadıkları ortaya çıkıyor.
Oysa önlerinde kapı gibi bir engel olarak 1961 tarihli “Diplomatik İlişkiler Üzerine Viyana Konvansiyonu” duruyor. Diplomatik ilişkiler yürüten tüm ülkeleri bağlayan bu belgeye göre diplomatların dokunulmazlığı var. Maliye Bakanı Mehmet Şimşek’in AKP içinde bunu anlayanlardan biri olduğunu görüyoruz.
Şimşek, Wikileaks’te Doğan grubu hakkında söylediği iddia edilen olumsuz şeyler ortaya çıkınca, CNBC-E kanalına yaptığı açıklamada, konuyu mahkemeye taşımak istediğini ancak Viyana Konvansiyonu’nun bunu engellediğini söyledi.
Özetle, bırakın büyükelçileri, diplomatik pasaport sahibi hiçbir kişiyi dava edemezsiniz, bu kişilerden veya ülkelerinden tazminat talep edemezsiniz. Bu kurallara herkes tarafından uyulmasını sağlamak için de “mütekabiliyet” ilkesi getirilmiştir.
Başka bir ifadeyle, siz bir diplomata bir şey yaparsanız, karşı taraf da sizin diplomatınıza aynısını yapar. Yapabileceğiniz tek şey ilgili diplomatı istenmeyen kişi (persona non grata) ilan edip ülkesine iade etmektir.
Bu durumda da misilleme adeta otomatiktir. Bunun canlı örneklerini de zaten görüyoruz.
İngiltere Rus casusu diye Rus diplomatlarını istenmeyen kişi ilan ettiğinde, Rusya da aynı sayıda ve aynı düzeyde diplomat veya diplomatları istenmeyen kişi ilan ediyor.
Tabii “âli çıkarlar” uğruna bu işin, resmen “istenmeyen kişi” uygulamasına gidilmeden “diplomatik” bir şekilde yapıldığı örnekler de var. AKP’nin pek beğendiği İran Dışişleri Bakanı Manucehr Muttaki, 1989 yılında bu yöntemle büyükelçi olduğu Ankara’dan apar topar gönderilmişti.
Muttaki’nin Türkiye’nin içişlerine karışması üzerine Ankara Tahran Büyükelçisi Ömer Akbel’i geri çağırmış, İran’da “misilleme” adı altına Muttaki’yi geri çekmişti. Akbel daha sonra Tahran’a dönmüş ama mesajı alan İran, Muttaki yerine Ankara’ya başka büyükelçi atamıştı.
Uzun lafın kısası, Başbakan Erdoğan’ın ABD kriptolarından dolayı yargıya taşıyabileceği hiçbir şey yok. Yargılatabileceği kimse veya ülke de yok. Ancak kendisi hâlâ bu yol açıkmış gibi konuşuyor. Belli ki bunu yaparken kendi kamuoyunu düşünüyor.
Fakat Abdülkadir Aksu bile soruşturmasının ne kadar süreceğine ve başarılı olup olamayacağına ilişkin net bir şey söyleyemiyor. Diplomasi işte böyle bir şeydir. Burada istediğiniz kadar “ahlak”, “doğruluk” vs. gibi büyük sözler sarf edin, bunlar uluslararası ilişkilerde işe yaramaz.
O düzeyde sadece ulusal çıkarlar konuşur. Diplomatlar da sadece buna bakarlar. Diplomasiye bu nedenle “profesyonel riyakârlık sanatı” da denir. Yüzünüze bakıp gülen diplomat, asıl işini kriptosunu yazarken yapar, sizi hoş tutarken değil.
Kendi diplomatlarımız için de geçerli olan bu kural başından beri değişmiş değildir. “Bu kriptoların hesabı” sorulacak söylemi bu yüzden sonuç getirecek bir söylem değildir.