Seçim sonrasında AKP’yi zorlu dış politika sınavları bekliyor. Artık ne “stratejik derinlik” ne de “komşularla sıfır sorun” perspektifi kaldı. Dünyanın tahmin edilemez acı dinamikleri AKP’nin vizyonunu alaşağı etti. Bugün bırakın “sıfır sorunu” Türkiye “çok sorunlu” bir dış politika ortamıyla karşı karşıya bulunuyor.
Dış politikada akademik idealizm yerine ulusal çıkarları kollayan “reel politikalar” gerektirdiğini Libya ve Suriye örnekleri gösterdi. Bu arada Arap sokaklarında popülarite sağlamanın, Türkiye gibi küresel önemi artan bir ülkenin çok taraflı dış politika gerekleri açısından fazla bir şey ifade etmediği de artık görülmeye başlandı.
Bugün o sokaklar rejim aleyhtarı isyankârlarla dolu. Fakat bu isyanların mahiyeti ülkeden ülkeye değişiyor. Bazı ülkelerde demokrasi ve insan hakları mücadelesi sürerken, başka ülkelerde mücadele daha çok mezhep veya aşiretler arası çıkar çatışmalarına dayanıyor.
Öte yandan bölgede daha önce hesaba katılmayan İran-Suudi soğuk savaşı da derinleşiyor. Bu nedenlerle Türkiye’nin seçim sonrasında çok boyutlu politikaları devreye sokması ve her duruma kendi özelliklerine göre yaklaşması kaçınılmaz olacak. Bu elbette ki Türkiye’yi çelişkili durumlara sokacaktır.
İşlerin varacağı nokta
İsrail’i Gazze için kınarken Esad kardeşlerinin giriştikleri katliamı eleştirmemek, Mısır’da demokrasiyi desteklerken Bahreyn’in, Suudi Arabistan’ın yardımıyla, eşitlik isteyen Şiilere karşı her türlü şiddeti ve işkenceyi reva görmesi karşısında susmak bunun sadece bazı örnekleridir.
Millet olarak ABD’yi bu tür çelişkilerinden dolayı eleştirmekten çok hoşlanırız, ama Türkiye’nin de aynı durumda olduğunu görmezden geliriz. Oysa bu durum büyük ve çok yönlü çıkarları olan ülkeler açısından normaldir. Rusya ve Çin için de durum çok farklı değil.
Bölgeye dönersek işlerin nereye varacağını şu anda, tüm deneyimi ve bilgi birikimine rağmen, Dışişleri Bakanı Davutoğlu bile kestirebilecek durumda değil. Davutoğlu’nun, Beşar el Esad’ın bu geç saatte bile reformlarla ortamı yatıştırabileceğine hâlâ inandığını çağrıştıran ifadeler kullanması ise yaşanan gerçekler karşısında bir “kopukluğu” sergiliyor.
Esad’a güvenme politikası
Bu yaklaşımı, artık Türkiye’ye de bulaşmaya başlayan hızlı gelişmeler karşındaki çaresizliğin bir yansıması olarak görmek gerekiyor. Başbakan Erdoğan’ın Cisr eş-Şugur kasabasında yaşanan kanlı olaylar konusunda, “Esad ile görüştüm, kendileri bana çok farklı şeyler anlattı” şeklindeki sözleri ise Ankara’nın hâlâ “denge” politikası gütmeye çabaladığını gösteriyor.
Ancak Libya’da nereden nereye gelindiğini düşünürsek -ki bu arada Türkiye’nin başta Kaddafi uğruna mesafede tuttuğu muhaliflere şimdi 100 milyon dolar göndereceğini de öğrenmiş bulunuyoruz- Esad’a bu geç saatte bile güvenme politikasının sakatlığı görülür.
Ankara’nın Ortadoğu’daki bu karmaşık tablonun içinden nasıl çıkacağını bilemiyoruz. Ancak işler Türkiye’nin Batı ile olan geleneksel ilişkileri açısından da iyi gitmiyor. Erdoğan’ın “tek dişli canavar” söylemiyle başlayan Batı karşıtlığı artık kendisini desteklemiş olan Batılı başkentlerde de not edilmeye başlandı.
AKP’nin başlı sorumluluğu
Erdoğan ne kadar kızarsa kızsın, Batı medyasında havanın AKP’nin aleyhine dönmeye başlaması ise durumu daha da zorlaştıracaktır. Bu arada Erdoğan’ın, seçim malzemesi yapmaktan çekinmediği İsrail karşıtlığı sayesinde, İslam dünyasındaki “antisemitizmin bayraktarlığını” Malezya’daki Mahathir Muhammed’in elinden kaptığına dair algı da Batı’da artarak işlenen bir tema olmaya başladı.
Öyle görünüyor ki AKP iktidarı Doğu’da kaş yapayım derken, Batı’da göz çıkarmaya başladı. Bu durumda evdeki bulgurdan da olabilir. Bütün bunları toparlayıp dış politika yönetimini Türkiye’nin farazi değil, gerçek çıkarlarına göre bir düzene sokmak AKP’nin yeni dönemdeki başlıca sorumluluğu olacak.
Bu görev de tabii ki Dışişleri Bakanı Davutoğlu’na düşecek. Ancak Türkiye’yi “küresel oyuncu” yapma sevdasında olan Davutoğlu için “tamirci olmak” yeterince tatmin edici olacak mı, işte o belli değil.