Semih İdiz

Semih İdiz

sidiz@milliyet.com.tr

Tüm Yazıları
Haberin Devamı

Tükler seçim cinnetinden çıktıklarında Ortadoğu’da varsayımlarına ve vehimlerine pek uymayan durumlarla karşılaşacaklar. Bunun başında da Suudi Arabistan ile ABD arasında hızla gelişen ve devasa yeni boyutlar kazanmaya başlayan askeri işbirliği geliyor.
Suudi Arabistan ile askeri ilişkilerin gelişmesi tabii ki ABD’nin Körfez ülkeleriyle ilişkilerini derinleştirmesi anlamını da taşıyor. ABD’nin Katar, Bahreyn, BAE ve Kuveyt gibi bölge ülkelerinde giderek artan askeri varlığını bu sütunda geçmişte ele almıştık zaten.
AP ajansının kıdemli savunma analisti Robert Burns tarafından kaleme alınan ve 19 Mayıs’ta yayınlanan haber ise, bölgeye dönük birçok önemli haber gibi, Türk basınının ve özellikle de “İslami matbuatın” dikkatini çekmedi.
Bu da, haberin kafalarda kemikleşmiş olan paradigmalarla uyuşmamasından kaynaklanıyor olsa gerek. Sonuçta denklemin bir ucunda “Harem-i Şerif’in koruyucusu” Suudi Arabistan, diğer ucundaysa İslam âleminin “büyük şeytanı” ABD var ve aralarında gelişen bu askeri işbirliğini anlamak İslami kesim için zor.
Burns’ın bildirdiklerine geçmeden önce, geçtiğimiz aylarda imzalanan ve ABD’den Suudi Arabistan’a 60 milyar dolarlık modern savunma teknolojisi transferini öngören anlaşmayı anımsamakta da yarar var. Burns’tan şimdi, ABD ile Suudi Arabistan’ın krallığın petrol yataklarını ve ilerde kurulması öngörülen nükleer tesislerini koruyacak olan 35 bin kişilik özel bir acil müdahale birliğini oluşturma sürecinde olduklarını öğreniyoruz.
Bu arada Washington ile Riyad arasında, her iki ülkenin kâbusu olan İran’a karşı modern bir füze savunma sistemi için müzakereler de sürüyormuş. Bu arada yukarıda sözünü ettiğimiz 60 milyar dolarlık savunma işbirliği anlaşması çerçevesinde, Suudi Arabistan’ın İran’a karşı uzun yıllar üstünlük sağlayacak olan onlarca F15 taarruz uçağı alması da öngörülüyor.
Özetle, Suudi Arabistan Krallığı ile ABD arasındaki 66 yıllık askeri işbirliğinin yepyeni bir şekil almasının arifesindeyiz. Üstelik bütün bunlar Suudi Arabistan’ın, yakın dostu Hüsnü Mübarek’i “sattığı” için ve Ortadoğu’daki ayaklanmalar karşısında demokrasiden yana görünen bir tutum takındığı için ABD’ye kızdığı bir dönemde gerçekleşiyor.
Fakat öyle anlaşılıyor ki birbirlerine ne kadar kızsalar da iki taraf yine de ilişkilerine hayati bir önem atfediyorlar. Ne de olsa Suudi Arabistan ABD’nin üçüncü en büyük petrol kaynağı iken, ABD de Suudi Arabistan’a “aşırı İslamcılara” karşı -ki bu Suudi Arabistan söz konusu olduğu için çelişkili bir ifade gibi gelebilir ama değil- ve ayaklanan Şiilerin hamiliğini üstlenmiş olan İran’a karşı güvenlik sağlıyor.
Burns’ın ne Washington ne de Riyad tarafından yalanlanan haberine göre Suudi Arabistan’ın petrol ve nükleer tesislerini korumak amacıyla kurulan özel birlik ABD’nin bölgedeki askeri komuta merkezi olan CENTCOM’a bağlı olacak ve projeyi Amerikalı General Robert G. Catalanotti yürütecek.
Bu arada Wikileaks tarafından yayınlanan 29 Ekim 2008 tarihli Amerikan kriptosuna göre, Riyad’ı bu işbirliğine iten başlıca nedenlerden biri, El Kaide’nin Suudi Arabistan’da bulunan ve dünyanın en büyük petrol rafinerisi olan Abkaik petrol tesislerine karşı 2006’da düzenlediği başarısız bombalama girişimiymiş.
Bütün bunlar bizde bölgeye şablon gözlüklerle bakıp var olan gerçekleri göremeyenler açısından kuşkusuz “vay be neler oluyormuş!” dedirtecek bilgilerdir. Burada her zaman söylediğimiz bir hususu tekrarlamakta yarar var. Biz kendimizi dev aynasında görebiliriz ama çıkar dünyası bizim arzularımıza ve vehimlerimize göre şekillenmiyor.
Daha önce görülmemiş her türlü çirkinlikle bezenmiş olan seçim sürecini atlattıktan sonra, Ankara’nın, karşısına çıkan yeni gerçekler ışığında, bölgeye dönük politikalarında ciddi revizyonlara gitmesi gerekeceği kesin.
Hoşa gitsin veya gitmesin, dış politikada idealizmden realizme geçmekte olduğumuz şu sıralarda bunun zorunlu olarak Washington ve Suudi Arabistan ile yakın eşgüdüm gerektireceği de artık görülmeli.