Ortadoğu’da bu yıl zor gerçekleşeceğe benzeyen üç konu var. Birincisi Mısır’a demokrasinin gelmesi, ikincisi Beşar el Esat’ın devrilmesi ve yerine istikrarlı bir idarenin geçmesi, üçüncüsü de Irak’ın dağılmamasını sağlayacak istikrara kavuşması.
Bunun arka planına İran ile hem Batı, hem de bölgedeki Sünni rejimler arasında artan gerginliği yerleştirirsek, AKP iktidarının sadece bir yıl öncesinde kadar onca umut bağladığı bir coğrafyadan Türkiye’ye yansıyacak olumsuzlukları tahmin etmek daha da kolaylaşıyor.
Önce Mısır’a bakalım. Doğrudur, seçim süreci bir şekilde yürüyor. Ama ülke içindeki kavga da giderek büyüyor. Mısır ordusu bu durumda yapıcı bir unsur olamayacağını, asıl derdinin imtiyazlarını korumak olduğunu yeterince ortaya koydu.
Hal böyle olunca Müslümanlarla Kıptiler veya köktendinciler ile liberaller arasındaki çatışma ortamı ordunun işine yarayacaktır. Özellikle köktendincilerden korkanlar, “ordu bizi kurtarsın” diye saf değiştireceklerdir. Bu zaten devrimlerin yapısında var. Avrupa’yı 1848’de kasıp kavuran halk ayaklanmalarından sonra ortaya ağırlıklı olarak diktatörlüklerin çıkması da bu nedendendir.
Devrime başta destek veren burjuvazi ve köylüler sonunda “komünizm” korkusuyla adeta bir gecede soldan sağa geçmişlerdi. Gerçek anlamdaki demokrasinin Avrupa’da yayılması ise birinci ve ikinci dünya savaşlarının yıkımlarından sonra olmuştu.
Bir asır önce bile bilimsel, ekonomik ve sosyal açıdan ileri bir noktada olan Avrupa’ya dahi zor gelen demokrasinin, bu açılardan geri kalmış olan Ortadoğu’ya kısa zamanda gelmesini beklemek, özellikle son olaylar ışığında, pek gerçekçi görünmüyor. Aradaki zamanda ise sadece sarsıntı, çalkantı ve çatışma görünüyor.
Suriye’de değişime gelince, her şeyden önce Esat’ın kolay devrilemeyeceği artık görülmeli. Ne bölgesel dengeler, ne de uluslararası konjonktür buna uygun. Suriye’nin ABD ve Rusya arasında rekabet unsuru haline gelmesi, bu arada İran’ın var gücüyle Baas rejimini desteklemesi de Esat’a yarıyor.
Ancak, ola ki Esat bu yıl içinde devrildi, bu da ortamı yatıştırmayacak, aksine karmaşayı daha da arttıracaktır. Çok daha köklü geleneklere sahip olan Mısır bile Mübarek sonrasında istikrarı sağlamakta zorlanırken, bunu sosyolojik açıdan bu kadar bölünmüş olan bir Suriye’nin nasıl başaracağı meçhul.
Tam aksine, mezhepler ve aşiretler arasında çıkacak iktidar mücadelesi, 1982’lere kadar uzanan “intikam” duygularıyla beslendikçe, ortaya birçok kişiye Esat’ı ve Baas rejimini dahi aratacak bir karmaşanın çıkmasını neredeyse garanti ediyor. Bunun da Türkiye’ye olumsuz bir şekilde yansımaması ise mümkün değil.
Burada şu da unutulmamalı. Esat sonrasında Suriye’de herkes “Türkiye dostu” olmayacak. Özellikle Nusayriler, ülkedeki güçlü konumlarını kaybetmelerinin başlıca müsebbiplerinden gördükleri Türkiye’ye düşman kesilecekler. Bu gelişmeler bölgedeki Şii-Sünni çatışması çerçevesinde sadece Türk-İran ilişkilerini de zorlamayacak.
Saddam döneminde azınlıktaki Sünnilerin elinde olan Irak’ın artık çoğunluktaki Şiilerin eline geçtiği düşünülürse, Irak ile ilişkilerimizin de sanıldığı kadar sağlam zeminde olmadığı görülür. Nitekim Başbakan Nuri el Maliki’nin son açıklamaları da bunu ortaya koyuyor.
Türkiye’nin aleni bir şekilde Irak’taki Sünnilerin hamiliğine soyunması ise tansiyonu daha da arttıracaktır. Buradaki ironi, Türkiye’ye sonunda Irak’ta işbirliği yapabilecek bir tek Kürtlerin kalması olasılığıdır. Ankara da herhalde, PKK unsuruna rağmen, bu nedenle şu anda Erbil ile ilişkilerini pekiştirmeye çalışıyor.
Uzun lafın kısası 2012 Türkiye için bölgesel açıdan “fırsatlar yılı” değil, “kriz yönetimi yılı” olacak. Ankara için “stratejik derinlik” kaleminden bölgeye dönük planlar yapabilmesini sağlayacak bir ortam yok artık. Sonuçta, aynen Batı için olduğu gibi Türkiye de “Arap Baharı”nı öngöremedi.
Bu durumda Türkiye’nin Ortadoğu’daki rolünü yeniden tanımlaması, bunu yaparken de “farazi” değil, gerçekçi parametrelere dayanması gerekecektir.