Neredeyse her davada bulunurken, bu davada ne hikmetse “örgüt” bulunamamasından ve Erhan Tuncel’in beraatından sonra, kendinden menkul “halaskar zabitanımızın” duyduğu haz, Hrant Dink için on binlerin “Hepimiz Ermeniyiz” sloganıyla sokağa dökülmesiyle kursaklarda kalmıştır. Hrant’ın cenazesinde de aynı manzara ortaya çıkmıştı.
O sırada Veli Küçük ekibinden birisinin, o insan seline bakarak, kinayeli bir edayla “memlekette ne kadar çok hain varmış meğer” sözü gazetelerde yer almıştı. O sözlerin altında sanki, “elimde imkân olsa da hepsinin üzerine benzin döküp yaksam” temennisi yatıyordu.
Kuşkusuz aynı güdü Hrant için çarşamba günü sokağa dökülen on binlerce insan karşısında da depreşmiştir. Ancak devran dönüyor çağ değişiyor. Türkiye’nin vicdanını temsil eden binlerce kişinin bu cinayetin peşini bırakmayacağını haykırması, Türk adaletinin yapamadığını çağdaş, aydın ve vatansever Türklerin yapacağını gösteriyor.
Özetle, aslında hâlâ yaygın olan kafatasçı ve ırkçı milliyetçiliğin Türkiye’de eskisi kadar etkin olmadığı ortada. Olması da mümkün değil zaten, çünkü o zihniyetin Türkiye’yi içerde ve dışarıda hangi açmazlara sürüklediğini görenler, “Yeter artık. Çağdaş, uygar ve adaletine inandığım bir ülkede yaşamak istiyorum” demeye başladılar.
Aksini söylemek de zaten, toplu mezarların bulunduğu, zor şartlarda geçim sağlayan Kürt kökenli vatandaşlarımızın havadan bombalanarak öldürüldüğü, insanların yazdıkları için hapse atıldıkları, yolsuzluğun alıp yürüdüğü bir ülkede vicdan sahibi olan hiç kimse için mümkün değil.
Lafı uzatmadan şunu söyleyebiliriz. Bir Ermeni’nin de katılabileceği “Türkiye sevdası” gayet anlaşılır bir kavram olmasına karşın, ırkçı olmadığı iddia edilen fakat ne anlama geldiği açıkçası bilinmeyen “Türklüğü” kurtarmaya soyunanların, ülkemizin itibarını nasıl lekeledikleri fazlasıyla ortada.
Hal böyle olunca Hrant Dink davası, Türkiye’deki bütün faili meçhul cinayetler açısından da Cumhuriyet tarihimizin en önemli sınavı haline gelmiştir. Nitekim, Cumhurbaşkanı Gül bile bu davanın ülkemiz için bir sınav olduğunu teslim etmiş bulunuyor.
Bu nedenle, isteyen istediği kadar buradaki asıl suçluları korusun, istediği kadar iki üç genç çapulcuyu suçlayarak “ağabeylerini” gözden kaçırmaya çalısın, Pandora’nın kutusu açıldı artık. Hikâyeyi bilenler bu kutu açıldı mı bir daha kapatılamayacağını bilirler.
Bu arada, Hrant’ın acımasızca öldürülmesi bağlamında, 1915 olayları da Türkiye’de her geçen gün resmi tarihçilik anlayışından arınmış bir şekilde tartışılmaya başlandı. İnsanlar artık ne olduğunu kendileri için anlamaya çalışıyorlar. O kadar ki buna -birkaç yıl öncesine kadar bizde, bizce haklı gerekçelerle “Türk düşmanı” diye bilinen- Independent gazetesinin ünlü muhabiri ve Ortadoğu uzmanı Robert Fisk bile şaşırmış.
Fransa’daki Ermeni soykırımını inkâr yasa tasarısını “düşünce özgürlüğü” açısından eleştiren Fisk, 30 Aralık tarihli yazısında bakın özetle ne demiş:
“Türkiye’de radyo, televizyon ve gazetelere Ermeni soykırımı konusunda daha yeni 21 mülakat verdim... Bunu ‘Medeniyet İçin Büyük Savaş’ adlı kitabımın Türkçe çevirisi vesilesiyle yaptım. (Ermeni soykırımına geniş yer ayıran) bu kitabın yayımlanması ise kimsenin 301’inci maddeye dayanarak yargılanmasıyla veya yayıncım olan İthaka yayınevinin tehdit edilmesiyle sonuçlanmadı... Benimle konuşan Türk gazetecilerle televizyon sunucularının ağırlıklı bölümü de söylediklerimin doğruluğunu inkâr etmediler.”
Bu gelişmelerin arka planında, Fransız Senatosu’nda gelecek hafta oylanacak olan -ve belirtilen- Ermeni soykırımının inkârını cezalandırmayı öngören tasarı var.
Bu durumda acaba Fisk’in yazdıkları mı Türkiye’nin Fransa’ya karşı elini güçlendiriyor, yoksa Hrant Dink davasından çıkan ve içerde kamu vicdanını yaralarken, hem içerde hem dışarıda “Ermeni isen Türkiye’de adalet bekleme” algısını pekiştiren karar mı?
Bir düşünelim bakalım.