Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun Tahran ziyareti İran’ın etrafındaki çemberin daraldığı bir döneme rastladı. Bizde dikkatler daha çok İran’ın Körfez’de gerçekleştirdiği füzeli manevralara ve Hürmüz Boğazı’nı kapatma tehditlerine odaklanmış bulunuyor.
Oysa Tahran’ı her zaman Batı’ya karşı koruyan Moskova bile, İran’ın denediği füzelerin “kıtalararası” değil, sadece 200 kilometre menzilli olduğunu açıkladı. Ayrıca, İran’ın korkulan nükleer kapasiteye erişmesinin “yıllar alacağını” vurguladı.
Askeri gözlemciler de zaten, İran’ın henüz ne ABD’ye, ne de İsrail’e karşı direnebilecek kapasiteye sahip olduğunu belirtiyorlar. Başta Suudi Arabistan olmak üzere, İran’ı tehdit olarak gören Körfez ülkelerinin de ABD ile milyarlarca dolarlık modern silah sistemleri için anlaştıklarını hatırlatıyorlar.
Ekonomistler ve enerji uzmanları ise İran’ın Hürmüz Boğazı’nı kapatma tehdidinin de sanıldığı kadar vahim olmadığını söylüyorlar. Bu adımı atması halinde İran’ın aslında kendi çıkarlarına darbe indirmiş olacağını belirterek, Suudi Arabistan’ın verdiği güvenceye işaret ediyorlar.
Bizde dikkat çekmedi ama Suudi rejimi, Hürmüz Boğazı’nın kapatılması halinde petrol üretimini arttırıp ortaya çıkacak enerji açığını asgariye indirme sözünü verdi. Diğer Körfez ülkeleri de kuşkusuz bunu yapacaklardır. Kısacası, İran bu adımı atarsa sadece kendisine zarar vermeyecek, karşısındaki başlıca Sünni rejimleri daha da zenginleştirmiş olacak.
Bunlar yaşanırken, İran’ın artan iç sorunlarına hiç girmiyoruz. Ancak şu kadarını söyleyebiliriz: Mollalar içerdeki ekonomik ve sosyal gelişmelerden çok rahatsızlar. Bankacılık sektöründe son olarak ortaya çıkan milyarlarca dolarlık yolsuzluk ise sistemdeki ahlaki erozyonu ortaya koymaya yetti.
Sonuçta, dediğimiz gibi, İran için çember daralıyor. ABD İran ile iş yapan bankalara ek yaptırımlar getirirken, AB de İran’dan ham petrol alımlarını yasaklamaya doğru gidiyor. Türkiye de haliyle bu gelişmelerden endişeli. Bu yüzden, İran yaptırımları karşısında ABD ve AB’den “muafiyet” sağlamaya çalışıyor.
Bu arada, yazılanlara bakılırsa, topun ağzında ilk etapta İran ile iş yapan Halkbank ve TÜPRAŞ var. Gerçi Halkbank’ın yurtdışı işleri çok fazla olmadığı için, İran yaptırımlarından etkilenme kapasitesinin sınırlı olacağı belirtiliyor. Uzmanlar, bankanın buna rağmen, İran ile iş yapan bir Hintli petrol şirketine aralık ayında hesap açma izni vermemesinin, banka yönetiminin ileriye dönük risk hesapları yaptığını gösterdiğini söylüyorlar.
Öte yandan, AB’nin İran yaptırımları konusunda ilke kararına varması üzerine hisseleri yüzde 6,5’lik değer kaybettiği belirtilen TÜPRAŞ’ın, İran’la yaptığı iş nedeniyle sonunda 160 milyon dolarlık bir faturayla karşı karşıya kalabileceğini söyleyenler de var.
Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun Tahran temaslarının asıl amacı kuşkusuz Türk-İran ilişkilerinin bu karmaşık ortamda olumsuz bir mecraya sürüklenmesini engellemekti. Ancak İran açısından diplomasi için alan iyice daralmış bulunuyor.
Öte yandan Davutoğlu Tahran’a gitmeden önce A.A.’ya verdiği röportajda, bölgede mezhep ekseninde gelişecek bir “Soğuk Savaş’tan” duyduğu endişeyi dile getirerek şunları söyledi:
“Kimsenin tekrar eskiden olduğu gibi, şu veya bu ülkede, tek bir ideolojinin, tek bir mezhebin, tek bir etnisitenin hâkim olduğu bir yapının doğabileceği kanaatiyle davranmaması lazım. Artık bölge halkları yeni bir siyasi anlayış istiyor.”
Çok doğru olan bu sözler yine de Ankara ile Tahran’ın ne denli farklı cenahlarda durduklarını ortaya koyuyor. Türkiye ile İran’ın ters düşmeleri bölgesel istikrar açısından elbette ki iyi olmayacaktır. Ama bunu engellemek sadece Ankara’nın elinde değil.
İran’ın da din ve mezhep eksenli ideolojik emellerinden sıyrılıp, hem Batı’yla, hem de bölgedeki Sünni rejimlerle ilişkilerini daha düzgün bir mecraya sokması gerekiyor.
Türkiye de, yapabiliyorsa, Tahran’ı mantıklı ve yapıcı telkinlerle bu konuda ikna etmeli.