Semih İdiz

Semih İdiz

sidiz@milliyet.com.tr

Tüm Yazıları
Haberin Devamı

Başlıktaki söz tüm ülkeler için geçerli. Türkiye için özellikle geçerli olduğu ise sayısız örneklerle sabit. Ancak bugün konumuz Fransa. Toulouse kentinde üç Yahudi çocuğu, bir hahamı ve ikisi Arap kökenli olan üç Fransız askerini acımasızca öldüren kişi aslında aşırı sağcı bir katil, İslam adına hareket eden gözü dönmüş biri veya sadece ortaklığı karıştırmak isteyen bir anarşist de olabilirdi.
Fakat “otomatik varsayım mekanizması” ilk etapta bu cinayetleri aşırı sağcı bir Müslüman ve Yahudi düşmanına bağladı. Bunun da elbette ki Fransa açısından bir gerekçesi var. Sonuçta Cumhurbaşkanı Sarkozy’den Neo Nazi Ulusal Cephe’nin lideri Marine Le Pen’e kadar sağdaki tüm politikacılar, yaklaşan Fransız Cumhurbaşkanlık seçimleri öncesinde ülkedeki ırkçılığı aktif bir şekilde körükleye geldiler.
Avrupa genelindeki varsayım da bu nedenle, Norveçli Breivik gibi aşırı bir sağcının, Fransız siyasetçileri tarafından gübrelenen ırkçı ortamdan etkilenerek bu saldırıları gerçekleştirdiği şeklindeydi. Batı’daki gazete yorumcularının ve Fransa’daki Müslüman ve Yahudi önderlerinin söylemi de bu fikri yansıtır nitelikteydi.
Çağımızın garip bir tezahürü olarak Fransa’daki Müslümanlar da, çirkin cinayetler söz konusu olmasına rağmen, bu sayede rahatladılar, zira bunun bir “İslami terörist” tarafından gerçekleştirildiğinin ortaya çıkmasıyla o ülkedeki yaşam alanlarının daha da daralacağını haklı olarak düşündüler.
Sarkozy ve Le Pen gibileri ise endişeye kapıldılar, çünkü katilin gerçekten aşırı sağcı çıkması, bu kişinin kendileri tarafından körüklenen ırkçılığın mantıki doğrultusunda hareket ettiği anlamına gelecekti. Ancak görüntünün kısa sürede ters dönemsi bu kez Sarkozy ile Le Pen’i rahatlattı.
Toulouse’da katil zanlısı Muhammed Merah’nın evinin kuşatılması ile birlikte, cinayetleri işleyenin “El Kaide bağlantılı bir İslami militan” olduğu haberi hiç zaman geçirilmeden basına sızdırıldı. Marine le Pen de, daha kuşatma sürerken ve işin esası tam anlamıyla ortaya çıkmamışken, ülkedeki Müslümanlara karşı saldırgan tutumunu yineleyerek, Sarkozy’i “İslamcılara karşı gevşek davranmakla” suçlamaya başladı.
Bundan bile Le Pen’in ve çok büyük bir olasılıkla -daha geçenlerde, Müslümanları kastederek, “bu ülkede çok fazla yabancı var” diyen- Sarkozy’nin temel bir gerçeği anlama niyetleri olmadığı ortaya çıkıyor. O gerçek de şudur:
Kendilerinin ve diğer sağcı politikacıların körükledikleri ırkçılık aslında ister İslam adına hareket eden bir köktendinci olsun, ister aşırı sağcı bir neo Nazi olsun, Fransa’da ortamı karıştırıp toplumda kargaşa yaratmak isteyen herkes için fırsat yaratıyor. Katilin aşırı sağcı biri olduğuna dair “otomatik varsayım” bile bu gerçeği ortaya koyuyor.
Kim ne derse desin Fransa bugün, ülkenin üzerine kurulu olduğu iddia edilen ve “Ègalité” (eşitlik) ile “fraternité” (kardeşlik) gibi “ulvi ilkeleri” içeren bir düzene dayalı bir ülke olmaktan giderek uzaklaşıyor.
Düşünün, İçişleri Bakanı Claude Guéant bile kalkıp, hiç çekinmeden, “medeniyetimizi korumalıyız zira solcuların izafi ideolojilerine dayanarak ortaya attıkları iddianın aksine tüm medeniyetlerin değeri aynı değil” diye saçmalayabiliyor. İkinci Dünya Savaşı sırasında Fransa’da yaşıyor olsaydı Guéant’ın hangi “medeniyetin” hizmetinde olacağı da böylece anlaşılmış oluyor.
Polis tarafından öldürülmeden önce bu cinayetleri işlediğini itiraf ettiği belirtilen Muhammed Merah’a dönersek, İslam adına hareket ettiklerini söyleyen bu tür cani ruhlu insanların, hem dinlerinin adını lekelemek, hem de Avrupa’daki milyonlarca Müslüman’ın hayatını zehir etmekten başka neye hizmet ettiklerini tekrar sorgulamak gerekiyor.
Ancak şu da kesin. Fransız siyasetçiler ektikleri rüzgârın fırtınasını biçiyorlar. Yaşanan bu son olaydan sonra akıllanmalarını beklemek ise nafile bir çaba gibi görünüyor. Mevcut durum ise o ülkenin daha nice fırtınalara gebe olduğunu gösteriyor, çünkü memleketin ciddi bir “akil siyasetçi” açığı var.