Semih İdiz

Semih İdiz

sidiz@milliyet.com.tr

Tüm Yazıları
Haberin Devamı

Öğrencilik yıllarımızda “sosyoloji,” yani “toplum bilimi” dediniz mi siyaseten sağda duran kesimlerden kötü bakışlar alırdınız. Zira sosyoloji, toplumdaki farklılıkları, bozuklukları ve eşitsizlikleri açığa vuran son derece gelişmiş bir bilim dalıdır. Oysa bizler “homojen toplum” efsanesi ve “tek tip vatandaş” anlayışıyla yetiştirilmeye çalışılan bir nesildik.
Bugün Türkiye’ye çağdaş sosyoloji açısından baktığımızda karşımıza etnik, dinsel ve ideolojik açıdan ciddi şekilde bölünmüş bir ülke çıkıyor. Durum ise düzeleceğine günden güne daha da kötüleşiyor. Aksini iddia edebilmek için at gözlükleri takmış olmak gerekiyor.
Ancak, bu konudaki öznel algı ne olursa olsun, karşımızda kimsenin inkâr edemeyeceği temel bir gerçek duruyor. Türkiye’yi bu saatten sonra tek bir etnisite, din, mezhep veya ideolojiye ağırlık vererek yönetmeye kalkarsanız, ülkeyi istikrarsızlaştıracağınız neredeyse matematiksel bir kesinlik taşıyor.
Başka bir ifadeyle ülke yönetimi, tüm kesimlerin haklarının korunduğu, herkesin ortak ve nesnel bir “adalet havuzundan” yararlanabildiğine inandığı demokratik bir düzene oturmuyorsa, bu toplumda sürekli gerginliğin adeta teminatı oluyor.
Ekonomik açıdan ne kadar kalkınıyor olursa olsun, hiçbir ülke bu durumu, arabayı bir noktadan sonra duvara ciddi şekilde toslatmadan ilelebet sürdüremez. Efsaneler üzerine kurulu olmayan tarih bilimi bunu kanıtlayan onlarca örnekle dolu.
İster kapitalist, ister komünist, ister şeriatçı olsun bu temel gerçek tüm düzenler için geçerlidir. Bir yıldır tanık olduğumuz “Arap Baharı” bile, toplumların kendi iktidarları tarafından nasıl patlama ve iç çatışma noktasına sürüklenebileceklerini çarpıcı bir şekilde gözler önüne sermeye devam ediyor.
Bu temel gerçekler açısından değerlendirdiğimizde Türkiye’deki gidişata bakıp her şeyin “günden güne iyiye gittiğini” söyleyebilmek için gerçekten at gözlükleri takmış olmak gerekiyor. “Güzel ve yalnız ülkemizin” herhangi bir “dış parmağa” ihtiyaç duyulmadan, hem etnik, hem dinsel hem de ideolojik açıdan giderek daha fazla bölündüğü ortada.
Kurulu düzenin “adalet” anlayışı ise nesnel değil tümüyle öznel ve ideolojik olan temellere dayanıyor. Bu Türkiye açısından yeni bir şey değil elbette. Ama bu gerçeğin “tahribat potansiyeli” hiçbir zaman bu kadar yüksek olmamıştı. Yaşadığımız olaylar da zaten gerginliğin nasıl kademeli olarak arttırılmakta olduğunu gösteriyor.
Hırçın ve kindar olan dinsel, etnik ve ideolojik siyasi söylem toplumu her gün biraz daha gererek sokaklarda çirkin olayların yaşanmasına neden oluyor. Türk adaletine zaten zayıf olan güven Avrupa adaletine ihtiyacı da böylece her gün daha fazla arttırıyor.
Bu yüzden de belli kesimlere ve kişilere karşı işlenen insanlık suçlarının mağdurları Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin merdivenlerini aşındırmaya devam ediyorlar. Türkiye aleyhinde çıkmış olan AİHM kararlarına dair son istatistikler de zaten bu açıdan nerede durduğumuzu tüm çıplaklığı ile gözler önüne seriyor.
Özetle vatandaşlarımız, Başbakan Erdoğan’ın seçim gecesi verdiği “herkesin başbakanı olma” sözünde gömülü bulunan bilge, adil ve insan haklarına saygılı olan demokratik yönetimin hasretiyle yaşıyorlar. Ama bunu bir türlü göremiyorlar.
Tam aksine, nüfusumuzun önemli bir bölümü, “güç bendeyken yapabildiğimi yapayım” yaklaşımıyla eski dönemlerle hesaplaşma mücadelesine soyunmuş olan bir iktidar ve bunun oturtmaya çalıştığı dışlayıcı bir düzenle karşı karşıya olduğunu hissediyor.
Ekonomik ve toplumsal kalkınma açısından tarihi bir fırsatı ele geçirmiş olan Türkiye böylece, geri kalmış “Şark toplumlarına” mahsus olan “intikamcı” anlayıştan bir türlü sıyrılamadığı için, modern bir Avrupa ülkesi olma yolunda ilerleyeceğine kendi içinde her gün daha fazla ve tehlikeli bir biçimde bölünüyor.
Bu durumda tarihin günümüz iktidarını ve siyasetçilerini nasıl hatırlayıp anacağını merak etmemek elde değil.