Adama baktığınızda, yüzünden, davranışlarından, sahadaki rakiplerine yaklaşımından belli; adam gibi adam...
Adama baktığınızda, kurtarışlarıyla, savunmayı yönetmesiyle, üç direk arasında takıma güven verişiyle kalecinin kralı...
Muslera gibi kalecin varsa , no problem...
Galatasaray, iyi oynamadığı bir maçtan galibiyetle çıktıysa, burada golleri hazırlayanlardan, atanlardan önce, iki dakika içinde önce Fernandao’nun, sonra Volkan’ın iki müthiş şutunu “olağanüstü” çıkaran Muslera, “Aslan payının” sahibiydi.
Galatasaray iyi takım... Kalende böyle bir kaleci varsa, etkisiz kalsan da, girdiğin pozisyonlardan birini-ikisini atıp maçı gene kazanırsın... Bursa maçında olduğu gibi...
Ancak Galatasaray yavaş oynuyor; coşkusu ve temposu eksik...
Ayrıca elbette hoca bilir de; Bruma çıkmaz, Olcan kenarda oturmaz.
Fenerbahçe’nin farklı kazandığı Galatasaray maçları da dahil, bu kadar üstün oynadığı, bu kadar etkili oynadığı bir maçı uzun süredir hatırlamıyorum. Fenerbahçe doksan dakikalık normal sürede maçı rahat; hatta farklı kazanması gerekirken, “fazla mesai” yaptı, hatta sonucu riske attı. Ama penaltılarla, rakibine oranla çok daha hak ettiği Süper Kupa’ya ulaştı.
Fenerbahçe doksan dakika boyunca “çok sağlam bir takım” görüntüsü verdi. Bu sezon belli oldu ki, Fenerbahçe topuyla, tüfeğiyle, aile boyu hücuma gitmeyecek. Defans anlayışında gerçekten çok etkili... Ancak hücumda geçen sezon olduğu gibi hızlı ve kalabalık olduğunu söylememiz mümkün değil...
Mehmet Topal, “geçen yılın en iyilerinden biri” olarak bitirmişti. Bu sezona “takımın en iyisi” olarak başladı. Gökhan Gönül’ün de hakkını teslim edelim. Mükemmel oynadı. Emre de öyle... Ancak Emre niye çıktı, anlamak zor . Nitekim Emre’nin çıkışından sonra, özellikle uzatma bölümlerinde, Galatasaray’ın oyunda dengeyi kurmaya başladığını çok açık gördük.
Ancak Fenerbahçe hücumda yakaladıklarını kaçırırken, hızlı hücum anlayışında yavaş kalırken, Emenike tek başına kaldığı “gurbet ellerde” gene kendine oynamaya çalışırken,
Bazı insanlar vardır, değerini ve önemini varlığında değil, yokluğunda anlarız. Süleyman Seba gibi...
Beşiktaş’ta başkanlık yıllarını hatırlıyorum... Tavizsiz ve ilkeli duruşu, rakiplere ve alınterini saygılı oluşu, döneminde “bedava biletin” son buluşu, amigoların kulüpten kovuluşu, medya ile arasına mesafe koyuşu... Gerilimi arttıran tahripkâr demeçlerden uzak duruşu... Hiçbiri işimize gelmedi... Seyircinin ve medyanın işine gelen başkan değildi Süleyman Seba...
Belki de bu yüzden, Fulya arazisi için yıllarda Belediye’nin kapısında yatışı, Ümraniye arazisi için karayolundan Ankara’ya onbinlerce kilometre yol yapışı, ilgimizi ve dikkatimizi çekmedi...
Beşiktaş’ın bugün neyi varsa, hepsinin altında Süleyman Seba imzası olduğunu ne hatırladık, ne söyledik... Üstelik, başkanlığı döneminde” tartışılan birincilikleri değil, şerefli ikincilikleri “tercih etti..” Şampiyon olalım da, nasıl olursak olalım “hoyratlığına, ısrar ve talebine inat, “şerefli ikinciliklerde” israr etti... Bunu Beşiktaş’ın şerefi olarak gördü... Ama hiç de hak etmediği bir karşılık aldı...” Ahmet Dursun, Seba gitsin...” Seba gitti...
Başkan arayıp, “Ersun Yanal konuşmuş, sen yazmışsın” dedi. “Sen de konuş yazayım” karşılığını verince bombaları patlattı; “Bu takımı Ersun Yanal şampiyon yapmadı. Benim aslan yürekli futbolcularım yaptı. Onun payı yok. Hiçbir futbolcum gitsin demedi. Evet şikâyetlerini sıraladılar. Caner ve Alper de dahil.”
Fenerbahçe Kulübü Başkanı Aziz Yıldırım aradı... “Ersun Yanal konuşmuş, sen yazmışsın“ dedi. “Başkan dedim, sen de konuş senin söylediklerini de yazayım...” “Yaz o zaman”dedi ve bombayı patlattı:
“Bu takımı Ersun Yanal şampiyon yapmadı...”
“Peki kim yaptı Başkan” dedim...
“Benim aslan yürekli futbolcularım yaptı. Bu şampiyonlukta Ersun Yanal’ın payı yok”...
Fenerbahçeli futbolcuları birkez daha tebrik edelim. “Ama Başkan dedim, futbolcular olayın çok içinde değil mi?”
Takımın en önde gelen futbolcularından birinin arkadaşlarını akşam saatlerinde telefonla örgütlemesinin ardından ertesi gün oyuncular biraraya geldi ve Başkan Aziz Yıldırım da bu toplantıya çağrıldı. Alper ile Caner dışındaki, belki biraz daha ılımlı olan Kuyt’ı da sayalım, Salih başta olmak üzere diğer oyuncular açtı ağzını yumdu gözünü. Toplantı sonu başkanla, futbolcularla ortak bir koro oluştu: “Ersun Yanal‘ı istemezük...”
Sanıyorum, iki ya da üç yıl önce Bodrum’da bir kış akşamıydı... Fenerbahçe Başkanı Aziz Yıldırım, o dönemin Eskişehirspor ve Kulüpler Birliği Başkanı Halil Ünal, işadamı Yüksel Çağlar, o dönemin Eskişehirspor hocası Ersun Yanal ve bazı iş adamları yemek yiyorlardı... İddia o ki, Halil Ünal, “Benim hocamı ayartma” diye Aziz Yıldırım’a bir çıkış yaptı... Yıldırım da “Ben olduğum sürece Ersun Yanal Fenerbahçe‘nin kapısından içeri giremez“ dedi...
Bu tartışma gazetelerde, internet sitelerinde manşet oldu... Sonra da Ersun Yanal, Fenerbahçe‘nin kapısından içeri girdi, son yılların en etkili futbolunu oynattı ve tarihe geçecek uzak ara bir şampiyonluğa imza attı...
Ama bu birliktelik sadece bir yıl sürdü... “Kapıdan” giren Ersun Yanal, bunca başarıya
Dünya Kupası finali oynanırken sahaya seyirciler girdi... Yayıncı kuruluş, sahaya girenlerin tek karesini ekrana getirmeden maçı göstermeye devam etti...
Grup maçlarında da ABD-Belçika karşılaşmasında yine bir seyirci sahaya girmiş, yayıncı kuruluş bu görüntüleri de “pas” geçmişti...
TRT’de final maçını anlatan usta spiker Yalçın Çetin, “Sahaya seyirciler girdi, ancak yayıncı özellikle göstermiyor. Bu sadece Dünya Kupası’nda değil, yayıncılar tarafından her ülkede uygulanmalı, futbolu korumalıyız” dedi...
Yalçın Çetin tepeden, tırnağa haklı...
Raiting rekorları kıran bir maç olduğu için, Türkiye’deki futbol seyircisinin de tamamına yakını bunu duydu...
Türkiye’nin yayıncısı Digiturk bunu zaten belli ölçülerde yapmaya çalışıyor... Ama o kadar yalnız, o kadar tek başına ki...
Düşünün, Kadıköy’de ya da Aslantepe’de seyirciler sahaya girecek, Lig TV göstermeyecek...
Dönemin kudretli adamlarındandı... Hem siyaset, hem spor... Zirvedeydi...
Bir yanda İstanbul Belediye Başkanlığı, diğer yanda Fenerbahçe Kulübü Başkanlığı...
Beni sorarsanız, Milliyet’te “toy” bir gazeteci... Yoğun bir ilişkimiz oldu... Diyeceksiniz ki, “biri işinin zirvesinde, diğeri henüz dibinde... Yoğun ilişki nasıl olur...”
O dönem stajyer Fenerbahçe muhabiriydim... Benim önümde çok usta, çok kıdemli en az üç Fenerbahçe muhabiri daha...
Buna rağmen ustalar kadar, acemiye de özen gösterirdi. O kudretli adamın, bir Allah’ın günü tek kişiyi kırdığını görmedim... Gazetecilerle kavga zaten o dönemde yoktu...
Herkesin birbirine saygısı, sevgisi ve hoşgörüsü olduğu için, küfür, hakaret, tehdit ve yalan henüz futbol dünyamıza girmediği için zaten ortada sorun yoktu, kavga yoktu...
O kudretine rağmen kimseyi aşağılamaz, küçük görmez, küfür derseniz hiç bilmezdi... Rekabet derseniz , elbette o gün de vardı... Ama üç büyükler arasına henüz kin, nefret, öfke girmemişti... Hep birlikte girmesine izin vermezlerdi... Dostluğun önemini ve değerini hem “sözde“ , hem “özde“ bilirler, birbirlerine saygıda kusur etmezlerdi... Fenerbahçe’ye tesisleşme ve yarışma anlamında unutulmaz
Brezilya Milli Takımı’nın Dünya Kupası kadrosuna “Melo alınacak mı, alınmayacak mı?”, çok konuştuk... Hatta çoğumuz Melo’nun süper formunu “Dünya Kupası’na hazırlanıyor“ diye yorumladı...
Ama Brezilya kadrosu açıklandı, gördük ki Melo gene yok...
Şimdi daha iyi anlıyoruz... Melo, oyunu için değil, huyundan suyundan dolayı Brezilya Milli Takımı’nın kadrosuna alınmıyor...
2010’da Dünya Kupası’nda Brezilya- Hollanda maçında kırmızı kart görmesinin, bu maçta Brezilya‘nın elenmesinin faturası Melo‘ya kesilmiş durumda...
Brezilya futbol ailesi bunu unutmuyor ve Melo’yu affetmiyor...
Ama Brezilya Milli Takımı’nın orta sahasına bakıyoruz; Gustavo, Fernandinho, Paulinho ve diğerleri, toplasanız Melo‘nun yarısı bile değil...
Hani ifade kaba ama doğrusu bu; Melo’nun ölüsü olsa, Brezilya milli takımının ilk onbirinde oynar...