Gazetelerin ekonomi sayfalarında daha dün okudum... Fenerbahçe 157 milyon euroluk toplam maliyeti ile ülkenin en değerli futbol takımı... Ancak bu maliyete rağmen, ülkenin en iyi takımı değil, ülkenin en kaliteli takımı da değil... Zorya, yarısı Shakhtar Donetks‘ten kiralanmış, toplam 17 milyon euroluk maliyeti ile Fenerbahçe’ye rakip olacak bir takım değil, ancak olsa olsa Fenerbahçe‘nin toplam değerinin KDV’si olabilecek bir takım... Koca Fenerbahçe, ağzı daha süt kokan adeta “Bebelerden“ kurulu bu takıma uzatmalarda bir son dakika golü attı diye düğün bayram ediyoruz... Hey gidi Fenerbahçe ne günlere, ne maçlara kaldın...
Oysa bizim bildiğimiz Fenerbahçe‘nin bu seviyedeki bir takımın tozunu atması lazım... Ama Fenerbahçe‘nin adı var, maalesef kendisi yok... Herşey bir yana, bir takım bu kadar yavaş oynar mı, bu kadar ağır hareket eder mi, gol yollarında bu kadar etkisiz kalır mı?
Fenerbahçe‘nin Souzalı, Alperli, Ozanlı orta alanının, yanılmıyorsam 8’er milyon euro bonservis bedelinden toplam 24 milyon euro maliyetleri var... Kendi maaşları dışında böyle bir maliyet var... Ama gelen- giden hocalar “orta sahada fark yaratacak oyuncu yok“ diye ağlıyorlar...
Belki bu farkı
Fenerbahçe’nin bırakın futbol dünyasını, önce kendi içinde bir kucaklaşması, birbirlerinin sıcaklığını hissetmesi gerekiyor. Bu sıcaklık olsa, büyük ihtimalle iki bekiniz de en büyük rakibinize gitmezdi. Biraz da öfkeyi değil, sevgiyi kullanın. Belki de başarının anahtarı burada gizlidir
Klasik bir soru ile başlayalım? Ne olacak bu Fenerbahçe’nin hali?
Sevgili Bilal, her hafta aynı şeyleri söylemekten bıktım. Yeni hoca Advocaat da açık açık söylüyor; transfer politikası yanlış yapıldı. Bir daha ve son defa söyleyeyim; orta sahan, hücumun arıza verirken, oraları onarmadın, en sağlam yerin olan geri dörtlünün üç oyuncusunu gönderdin, ya da gitmelerine izin verdin. Şimdi 1.60’lık adamlardan kafa golleri yiyorsun. Şu an itibarıyla görüntü açık: Gelenler, gidenleri aratıyor. Üstelik benim bildiğim kadarıyla gidenler, yeni kulüplerinde daha az alıyorlar. Cagliari Kulübü, Fenerbahçe’nin verdiği parayı Alves’e verebilir mi? Caner ne dedi; ‘Parayı değil , huzuru seçtim.’ Bir kulüp iki milli bekinin en büyük rakibine gitmesine izin verir mi? Caner özür diledi, gene kalamadı. Ne büyük suç(!) işledi de bizim haberimiz olmadı.
Peki Advocaat buradan, bu krizden çıkabilir mi?
Hollandalı tecrübeli
Galatasaray maçta öne geçen taraftı ama Kayserispor ilk yarıda Galatasaray kalesine bayram ziyaretine gider gibi elini kolunu sallaya sallaya geldi. Riekerink durumu görmüş olacak ki, ikinci yarıya golü atan Yasin ile Selçuk’u çıkartıp Josue’li ve De Jong’lu bir başlangıç yaptı. Bu orta sahaya bir de Tolga Ciğerci dinamizmi eklenince, ilk yarıda bayram yerine dönen Galatasaray ceza alanı, ikinci yarıda “yasak bölge” oldu.
Belli ki Galatasaray orta alanı bundan sonra Tolga ve De Jong ile birlikte daha sert, rakibi ısıran, rahat oynamasına izin vermeyen bir orta saha olacak. Bakmayın Nakoulma’nın bireysel dalışlarına, kaçışlarına... Üstelik sert bir orta saha olunca Sneijder’in ofansif özellikleri de ortaya çıkıyor. Buna rağmen Sneijder, son Akhisar maçındaki o müthiş oyununun çok gerisinde kaldı.
Galatasaray’da sıkıntı hücum geliştirirken ortaya çıkıyor. Bruma sağdaysa sol kanat boş kalıyor. Bruma soldaysa sağ kanat... Bruma’ya eşlik edecek ikinci bir kanat adamına ihtiyaç var. Düşünün, doksan dakikada Eren Derdiyok’a havadan ya da yerden kaç top geldi? İlk yarıda bir ön direk pası... Başka yok. Ancak Eren’in de buna rağmen daha fazla çalışması, daha fazla araması gerekiyor.
Kayseri’n
Daha üç ay önce bu Hırvatistan’a, Ardaların, Selçukların, Burakların oynadığı, Canerlerin, Gökhanların, Hakan Baltaların forma giydiği, bir başka anlamda “ustaların” rol aldığı maçta, koşmadan, umursamadan, mücadele etmeden, son yılların en kötü görüntüsüyle kaybettik...
Dünya Kupası grup elemelerinin ilk maçında sahaya çıkan “Çaylaklar” onbiri ise, her hocanın kolay seçeceği bir alternatif değildi... Açıkcası “akıl işi” değil, belki “yürek” işiydi... Gördük ki, bizim çaylaklar, nefeslerinin tükenip, yürüyecek halleri kalmadığı son yirmi dakikaya kadar adeta “canlarını dişlerine takıp” o yüreği sahaya koydular...
Öyle ki, takımın yürüyecek hali kalmadığı dakikaya kadar Rakitic, Modric, Perisic topu bile göremedi... Yerden pas yaptırmadık, havadan vurdurmadık... Ancak Türk futbolunun bu kondisyon işini tez elden çözmesi, çare bulması gerekiyor... Sahada Avrupalılar kadar diri kalamıyoruz... Çünkü Türkiye’de futbolcuya dayalı düzen olduğu için onlar kadar çalışmıyoruz...
Hep söyledim. Mehmet Topal bu ülkenin en değerli oyuncusu... Üç çok önemli kurtarış yapan Volkan Babacan da en iyi kalecisi... Düşünün bu Şener, kendi takımında forma bulamıyor...
Kaan sakatlanana kadar sırıtmadı...
Fransa’da Fatih Terim’e ve düzene karşı bir ‘kalkışma’ girişimi yaşandı. Aslında hoca, olacakları daha Antalya’da hissetti... Çünkü Arda ile Selçuk arasındaki gerilim, kampta ve antrenmanlarda gözünün önünde yaşananlar kendisini tedirgin etti... Ancak operasyonu sonraya bıraktı. Sonuç; Terim’in kararlarını doğru buluyorum
Türkiye Fatih Terim’in açıkladığı milli takımı konuşuyor... İlk onbirin yarısı ve en önemli oyuncuları kadroda yok... Fatih Terim’i böyle bir kadro açıklamaya iten sebep ne olabilir?
“Fatih Hoca ile henüz Avrupa Şampiyonası maçları başlamadan, hatta Hırvatistan maçından bir gece önde kampta konuşmuştuk... Daha o gece, yeni bir kuşağı milli takıma kazandırmak gerektiğini söylemiş, bugün kadroya aldığı genç oyunlardan beş- altısının adını o akşam vermişti... Kadrodaki çarpıcı iki değişiklikten birisi bu... İkincisi ve daha gerçekçisi milli takımın Antalya kampından başlayıp, Fransa’da Türkiye’nin maçları bitene kadar yaşananlar... Prim krizinin tavan yaptırıldığı, Fatih Terim’in otoritesinin sürekli test edildiği, kamp yerlerinin beğenilmediği, ‘bu nasıl antrenman böyle’ diye yüksek sesli tavırlar sergilendiği, giyilen elbiselere bile itiraz edildiği, kaptanların
Fenerbahçe’nin ilk maçtaki farklı galibiyetinden sonra, ikinci maç “formalite” maçı olmaktan öteye gitmeyecekti... Nitekim gördük ki, Grasshoppers, Fenerbahçe’ye rakip olmak bir yana, oyunda figüranlıktan öteye gidemedi... Umarız Fenerbahçe grup maçlarında, muhtemelen de daha güçlü rakipleri önünde, daha etkili futbolla yoluna devam eder...
Ancak kabul etmeliyiz ki, teknik direktör Advocaat’ın bu farklı galibiyete, gol yemeden farklı kazanılmış iki maçla gelen tura rağmen işi çok zor... Zaten her açıklamasında kendisi de bunu söylüyor...
Advocaat da görmüş olmalı ki, Fenerbahçe ikinci yarıda olduğu gibi hızlı düşünür, hızlı oynar, hızlı hücuma çıkarsa, oyun kalitesi anlamında birçok sorunu geride bırakıyor... İlk yarıda olduğu gibi yürüyerek oynarsa, sıkıntı veriyor, sıkıntı çekiyor, pozisyon bulamıyor ve asla iyi bir takım görüntüsü veremiyor...
Advocaat’ın bu saatten sonra takımda fark yaratacak “kaliteli” oyuncu transfer etmesi çok zor... Hem ortalıkta “kaliteli” oyuncu kalmadı, hem de UEFA kriterlerinden harcayacak para yok...
O zaman ne yapmalı;
Hoca’nın benimsediği 4-3-3’e saygılar da, iki kanat oyuncusuna rağmen 67 dakika oyunda kalan Van Persie’ye 37. dakikada sadece bir Hasan
Aslında yeni teknik direktör Advocaat’a “hoş geldin“ dememiz lazım ama, Hollandalı hocadan önce “hoş geldin“i Stoch hak ediyor... Futbolda kadere de inanmak lazım... Fenerbahçe’de hoca değişikliği olmasa, Hollanda’dan Twente yıllarından tanıdığı bir hoca gelmemiş olsa, Stoch büyük bir olasılıkla son iki yılda olduğu gibi yine gurbete çıkacaktı...
Ama Stoch’un imdadına Advocaat yetişti... Stoch da Fenerbahçe’nin... Dün akşam sonradan oyuna girip attığı iki süper golle önce turu sağlama aldı, sonra da kendini... Böyle devam ederse, bu şansı kullanabilirse, Fenerbahçe’nin hesapta olmayan en büyük transferi haline gelir...
Fenerbahçe maçın başlangıcında, rakip kaleye “karabulut“ gibi çöken, ancak gol olup yağamayan bir görüntüdeydi... Hücuma çıkarken son derece fantastik ve başarılı paslar yapabilen Fenerbahçe, bu pasların sonucu yakaladığı pozisyonlarda final vuruşunu yapabilse, 3-0 doksanıncı dakikada değil, daha ilk yarıda gelirdi...
Giden Salih Uçan ile gelen Salih Uçan arasında olumlu anlamda dağlar kadar fark var... Üstelik Salih‘in defansif anlamdaki gelişimi çok açık belli oldu... Topal‘ı da Fenerbahçe formasıyla ilk kez hücum alanlarında bu kadar çok gördük... Son vuruşlarda
Fenerbahçe’nin 2-1 kazandığı ilk maç sonrası ortaya koyduğu futbolu eleştirmiş ve “geçmiş yıllara oranla daha düşük profilli bir takım” diye yazmıştım. Vay sen misin bunu yazan... Fenerbahçeli trollerden yemediğim küfür kalmadı.
İşin ilginç yanı, maçın ertesi günü benim futbol medyam biri bin yaptı, abartmayı şımartma noktasına kadar taşıdı. Çok inandığım bir spor müdürü arkadaşım gazetesinde “oynadığı futbolla Monaco’yu şaşkına çeviren Fenerbahçe” diye başlık attı. Saygı duyduğum bir başka arkadaşım, Fenerbahçe’nin futbolunu yere göğe sığdıramadı. Oysa Fenerbahçe oynadığı futbolla, aldığı 2-1’lik galibiyete rağmen sanki elenmenin ilk adımını atmış gibiydi.
Kendimden kuşkuya düştüm. Türkiye’nin en önemli, çok inandığım üç teknik direktörünü aradım. “Fenerbahçe nasıl oynadı” diye sordum. Çoğu konuda ters düşen bu üç hoca belki de ilk defa bir konuda birleşti ve aynı ifadeleri kullandı: Fenerbahçe kötü oynadı...
Hıncal Uluç’un kulakları çınlasın. Haksız biçimde canımı çok yakmışlığı vardır ama “spor yazarı değil skor yazarı” ifadesinin ne kadar doğru olduğunu bu ilk maç sonrasında çok iyi anladım...
Allahaşkına bırakın fanatikliği, bırakın renklere teslim olmayı, bırakın akıl