Fenerbahçe’nin ilk iddialı maçında tribünlerin boş kalmasını bilet fiyatlarının pahalılığına bağlayanlara çok da katılmıyorum... Geçen yıl üç kupanın birden ıskalanması, büyük umutlar ve paralar bağlanarak alınan oyuncuların hayal kırıklığı yaratması, taraftarın tutmadığı hoca ile “devam” kararı alınması, geçmiş yıllara oranla daha “düşük profilli bir takım” kurulması, bazı tribünlere seyirci girmesine ambargo konması, Fenerbahçe’ye gönül verenleri kırdı, kızdırdı...
Şurası kesin... Fenerbahçe bu değil... Fenerbahçe seyircisi bu takımı, bu futbolu çok da kabul etmez... Çare; ya çok iyi oynayacak ve kazanmayı istikrar haline getireceksin, ya da takıma yeni, bilinen, beğenilen, iş yapacak, ihtiyaç duyulan oyuncuları alacaksın...
İşin kötü tarafı, orada da UEFA “azrail” gibi ensende... Oysa Volkan Demirel’in bel fıtığı ameliyatından sonra birinci sınıf bir kalecinin alınması kaçınılmazdı, almadılar... Salih, yeni sezon için ne kadar umut olursa olsun, orta sahaya bir patron gerekiyordu, almadılar, en önemlisi, golcülerin geçen yıl yarattıkları büyük hayal kırıklığından sonra mutlaka çok iyi bir golcüye ihtiyaç vardı, O’nu da almadılar...
Fenerbahçe’nin geçen yıl tek sağlam tarafı
Bu Fransa kendi çöplüğünde ötmeyi iyi beceriyor... Bundan öncesinde kendi ülkesinde kazandığı Dünya şampiyonluğu, yine kendi ülkesinde elde ettiği Avrupa şampiyonluğu var... Gene belli oldu ki, 2016 Avrupa Şampiyonası’nın kendi çöplüğünde yapılmasını iyi değerlendirecek ve büyük bir olasılıkla finalden yeni bir şampiyonlukla çıkacak...
Benim şaşırdığım Almanya oldu... Her şampiyonanın klasik favorisi Almanya, aslında bu maçın baskılı oynayan, sürekli gol arayan tarafıydı... Ama koca Almanya’da, Dünya futboluna hükmeden Almanya’da, Fransa’nın altın çocuğu Griezmann gibi bir golcü yoktu... Mario Gomez’in sakatlığı, Müller’in şampiyona boyunca süren bariz formsuzluğu, gol yollarında Almanlara saç-baş yoldurdu... Futbolcu fabrikasını andıran Almanlar, açıkcası eksiklerin yerini de doldurmakta zorlandılar ki, şaşırtıcı olanlardan biri de buydu... Stoperlerden Hummel cezalı olduğu için oynamadı, baktık yeri dolmadı... Hele diğer stoper Boateng de sakatlanıp çıkınca, Almanya’nın geri dörtlüsü ile ikinci sınıf bir takımın savunması arasında bir fark kalmadı... Hele efsane kaleci Neuer... İkinci golde Griezmann’a adeta asist yaptı... Neuer gibi dünya klasiği bir kaleci bu yanlışı yapıyorsa,
Polonya-Portekiz maçının ilk uzatma bölümü oynanırken, tribünlerden sahaya bir seyirci girdi. Yayıncı Beinsport kameraları ilk aşamada görüntüyü verdi, hemen kesti ve bir defa olsun tekrarını yapmadı.
Süper Lig’in yayıncısı olarak LigTV, futbolun marka değerini korumak adına bunu yapsa ne olur? Ne olacağı belli; Kıyamet kopar, “Decoderler iade” kampanyası açılır, ne satılmışlığımız, ne alınmışlığımız kalır. Eloğlu futbolu böyle koruyor, biz öldürmek için elimizden geleni yapıyoruz... Ha gayret, zaten az kaldı. Böyle devam ederse “Can çekişen” futbolumuzu el birliği ile gömeceğiz.
Van Persie kadar hoşgörü gösterin
Fenerbahçe’nin Emenike’yi geri çağırışına dudak bükenler var. Haksız da sayılmazlar... Emenike, yönetilmesi zor, aykırı bir oyuncu... Ancak tribünler ile kopan bağları onarılır, yeniden ilişki kurulursa, o tribünlerden bir güven desteği alabilirse, yeni bir transfer olabilir. Unutulmasın, bizim ligde Emenike gibi kısa mesafede bu kadar iyi hızlanan, patlayan ikinci bir oyuncu yok. Emenike madem Fenerbahçe’nin oyuncusu, o zaman Van Persie’ye gösterilen hoşgörünün hiç olmazsa yarısı da Emenike’ye gösterilsin...
Aman dikkat
Nisan-mayıs aylarıydı. Bebek’te Gökhan Gönül’e
Birinci dakikadan son dakikaya kadar Belçika’nın gol aradığı bir maçtı... Ama her atakta, her Belçikalı, Galler duvarına çarpıp geri döndü... Galler korner atarken, yan top kullanırken bile geri dönüşte eksik kalmadı... Belçika her atağında enaz sekiz, çoğu zaman on adamdan oluşan Galler duvarını karşısında buldu... Ayaklarına, futbol aklına 100 milyon euro değer biçilen Gareth Bale bile tekmeye kafasını sokuyorsa, “sakatlanırsam ne olur” diye aklından geçirmiyorsa, peşinden bütün bir takımı sürüklüyorsa, ben “lider oyuncu” buna derim, ben “takım olmak” ifadesini haklı olarak Galler için kullanırım...
Eden Hazard, Mertens, Witsel, De Bruyne, Galler duvarını aşmak için neler yaptılar... Hem futbol akıllarıyla, hem tepeden tırnağa yetenekleriyle, hiç pes etmeyen enerjileri ile her dakika yüklendiler... Her defasında geçilmez, aşılmaz bir duvara çarpıp adeta “serseme” döndüler...
Galler duvarı demişken elbette kaptan A.Williams ‘ın (6) hakkını teslim etmek lazım... Attığı kafa golündeki darbe, bizim millilerin şutlarından bile daha etkiliydi... Savunmasında Lukaku’ya tek hava topu bırakmadı... Son on dakika içinde, oyun 2-1 devam ederken De Bruyne’ye yaptığı bariz penaltıyı, hakeme
Özellikle son yıllarda kulüplerimizi teslim alan “futbolcuya dayalı düzen” ne yazık ki, son Avrupa Şampiyonası’nda, Fatih Terim gibi bir büyük otoriteye rağmen, milli takımımızı da teslim aldı.
Yıllardır futbolcuları korumaya çalışırım. Onların, dünyanın bu büyük tutkusunun başrol oyuncuları olduklarına çok inanırım ve yaptıklar işin “sıra dışı” olduğunu kabul ederim. Ancak özellikle son dönemlerde şunu gözlemeye başladım; Bizim oyuncular futbolun nimetlerinden yararlanıyorlar, külfetlerine katlanamıyorlar. Daha fazla çalışma, daha fazla koşma, daha kaliteli şut atma, ölesiye mücadele etme, fiziki dayanıklılık, profesyonelliğin gerektirdiği gibi yaşama, baktığınızda maalesef bu konularda Avrupa ülkelerinin çok gerisindeyiz.
Hemen bir hatırlama turu yapalım... Bu ülkede, futbolcular istemiyor diye kovulan hocalar var. Bu ülkede, “çok çalıştırıyor“ diye yönetime şikayet edilen antrenörler var. Bu ülkede, futbolcuların şikayetlerini dikkate alıp, “hoca şu antrenmanları biraz gevşet“ diyen başkanlar, yöneticiler var. Bu ülkede, antrenmanda kendisini uyaran hocasına, “para mı alıyoruz da koşalım?” diyen futbolcular var.
Bu ülkede, taraftarlık uğruna “azla yetinen” ve kazanınca her şeyin
İtalya-Belçika maçı öncesi İtalyan ulusal marşı çalınırken, İtalya’nın kaptanı ve kalecisi Buffon’un ulusal marşını nasıl içten söylediğini, nasıl haykırarak söylediğini gördünüz mü? Bakmayın bağırmaktan çene kemiklerinin kırılacağına, yüreğinin derinlerinden gelen o milli duygularının yüzüne yansımasıydı aslında o görüntü...
Buffon dediğiniz, kırkına merdiven dayamış, defalarca Avrupa’nın en iyi kalecisi seçilmiş, kaldırmadığı kupa kalmamış, maddi-manevi futboldan alacağını almış, bir anlamda ununu eleyip eleğini duvara asmış bir kaleci... Buna rağmen bir yılgınlığı, bir durgunluğu, bir kanıksamışlığı ve de alışmışlığı yok. İlk günün, ilk maçın heyecanı ile adeta kendinden geçmiş durumda...
İnsan bunu istiyor. Koca bir ülke, koca bir ülkenin insanları bunu arzu ediyor... Adı futbol; yenersin, yenilirsin, doğasında var. Ama hissetmek, yaşamak, iliklerine-kemiklerine kadar bunu hissetmek ve hissettirmek, inanın sahada alacağınız sonuçtan çok daha önemli... Zaten bu duyguyla başladın mı, o duygu maç boyu seni terk etmiyor, seninle oluyor, sana güç veriyor. Ülkeye moral oluyor. Biz ilk maçımızda Ulusal marşımızı omuz omuza söyledik, burada bir sorun yok. Gönül isterdi ki, o
Yıldızlar parlamazsa geceler aydınlanmıyor, ustalar oynamazsa maç kazanılmıyor.
Bizim de yıldızlarımız var, rakip Hırvatistan’ın da...
Hırvatistan’ın yıldızları göz kamaştırırken, bizim yıldızlarımız adeta bulutlar arasında kayboldu...
Eee, güvendiğin dağlara da kar yağınca üşüyorsun, ısınamıyorsun, kazanamıyorsun...
Kabul edelim ki Hırvatistan bizden daha iyi bir takım... Bizden daha önemli, daha kariyerli, yıldızları var...
O yıldızlar, yıldız olmanın hakkını verebiliyor, yıldız olmalarına rağmen ‘Ağır işçi’ gibi çalışıp koşabiliyorlar...
Üzülerek söyleyelim ki, aynı özelliği bizim yıldızlarımızda göremedik...
Grup elemelerinden zaten belli; gol atmakta zorlanıyoruz... Hırvat maçında da Ozan Tufan’ın pozisyonu dışında bir başka pozisyon bulamadık...
Bu kupa alışkanlığı Galatasaray’ın genlerinde var... Fena halde ıskalanmış koca bir sezonu, gene de kupayla kapatıyorsan helal olsun... Üstelik bu rakibinle oynadığın beşinci kupa finali, beşte beş yapmışsın... Rakibinin daha siftahı yok... Üstelik öyle bir galibiyet, öyle bir kupa ki, adını ne koyarsan koy... İstersen “büyük vurgun” de, istersen “Galatasaray define buldu” de, ne dersen de... Hepsinin karşılığı fazlasıyla var... Öyle ya, Galatasaray bu galibiyetle, berbat geçirdiği bir sezonu bile kupayla kapamayı başardı, rakibine kupayı kazanma şansını gene vermedi ve en önemlisi UEFA hesabının iki yıla çıkmasına izin vermeyip, bir yılla kapadı...
Aslında ilk yarısı mutlak Galatasaray’ın, ikinci yarısı Fenerbahçe’nin olan bir maçtı... Galatasaray ilk yarıdaki iyi oyunun karşılığında bir gol buldu, Fenerbahçe ikinci yarıdaki baskısında pozisyon bulmakta bile zorlandı... Galatasaray’da sezon boyu “dudak bükülen” Hakan Balta, Denayer, Carole neredeyse kusursuz bir maç oynadılar... Fenerbahçe’nin ise sezon finalinde alışılmış geri dörtlüsünün en önemli iki adamı Gökhan ve Alves’siz bir kadroyla çıkması, yönetim hatası mıydı, yoksa hoca hatası mı bilemem...
Aslında sezon sonu