Papa Francesco 1915 olaylarını “soykırım” olarak nitelendirirken Türkiye’nin sert tepkisine yol açacağını düşünmemiş miydi?
Buna ihtimal vermek mümkün değil. Vatikan çevrelerine göre Katolik dünyasının ruhani lideri, “Ermeni soykırımının 100. yıldönümü”nü anmak için Sen Piyer kilisesinde düzenlenen özel ayinde yapacağı konuşmayı çok önceden dikkatle hazırlamış, bu hassas sözcüğü kullanmayı da uygun görmüştü.
Neden? Bir Vatikan sözcüsü Papa’nın 1915 trajedisinin 100. yıldönümünde bu soykırım meselesini herkesin dikkatine sunmayı bir moral zorunluk ve görev saydığını öne sürdü. Yani Papa soykırımın tarihi bir gerçek olduğuna inanıyor ve bunun dünya tarafından da tanınmasını istiyor. Tıpkı konuşmasında değindiği ve Ermenilere ilk sırayı verdiği 20. yüzyılın diğer soykırımları gibi...
***
Buna karşı söylenebilecek çok şey var tabii. Ancak bu saatten sonra Papa’yı karşı argümanlarla inancından vazgeçirme şansı yok.
Papa’nın bu konuda sergilediği duruşun, pratikte, kendisinin geçen kasım ayında Türkiye’yi ziyaretinde de önemle üzerinde durduğu dinler arasında yakınlaşma ve uzlaşma fikrine karşı bir etki yaratacağı açıktır. Papa’nın konuşması sırasında Hıristiyanlığı ön
Güvenlik konusu Türki- ye’de uzun yıllar boyunca “âli milli menfaatler” gerekçesiyle sadece belirli devlet kurumlarının adeta tekeline kalmıştı.
Oysa son zamanlarda ulusal, bölgesel ve küresel gelişmeler, güvenlik sorunlarını günlük yaşamın bir parçası haline getirmiş, toplumun geniş kesimlerini etkilemeye başlamıştır.
Geçmişte ulusal güvenlik denince akla daha çok askeri konular gelirdi. Açıkçası, bunlar da o zaman toplumun pek tartışamadığı “tabu” konular arasındaydı.
Son yıllarda iç ve dış dinamiklerin etkisiyle bu eski anlayış değişti. Güvenlik konuları sadece askeri değil, terörden enerjiye, teknolojiden demografiye, pek çok farklı alanı kapsıyor.
Ayrıca güvenlikle ilgili tehditler sınırlarda olduğu kadar, ülke içinde, kent veya kasabalarda, sokaklarda, her yerde kendisini hissettiriyor.
Güvenlik konuları artık günümüz dünyasında devlet kurumları dışında sivil toplumun, akademiyanın, medyanın da meşgul olduğu, üzerinde çalışıp çözüm aradığı sorunlardır.
Türkiye’de bu tür çalışmaların ve yayınların -ülkenin karşılaştığı güvenlik sorunlarının boyutlarına göre- oldukça az olduğu bir gerçektir.
Cumhur- başkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın İranlı mevkidaşı Hasan Ruhani ile Tahran’da görüşmelerinde ele alınan bölgesel sorunlardan bir tanesi, Yemen krizi üzerinde bir mutabakat sağlandığı anlaşılıyor.
Yapılan açıklamalara bakılırsa, iki taraf da Yemen’deki çatışmaların bir an önce durması için birlikte çalışmaya karar verdiler. Bunu sağlamak için de ortak bir mekanizma kurulacak. Ateşkesin ardından isyancı Husilerle ülkeden kaçan Cumhurbaşkanı Mansur Hadi arasında müzakerelerin başlaması için çalışılacak.
Kimin lehinde?
Aslında İran’ın böyle bir çözümü desteklemesi sürpriz değil. İran yetkilileri Yemen’de aktif olarak destekledikleri Husilerin ülkenin geniş bir kesimine hâkim olmalarından sonra, ateşkes ve müzakere çağrıları yapmaya başlamışlardı.
Biz önceki günkü yazımızda bu verilere dayanarak, Erdoğan-Ruhani görüşmelerinde, Suriye ve Irak gibi meselelerde görüş ayrılıklarını gidermenin pek mümkün olamayacağını, ancak Yemen konusunda bir ortak zemin bulunabileceğini belirtmiştik.
İran’ın şimdi Türkiye ile bu konuda anlaşması kendi açısından tutarlı bir hareket. Kaldı ki Yemen’de kendi desteğindeki Şii güçler fiilen hâkim duruma geldiler. Ateşin kesilmesi, her
Geçen perşembe gecesi İsviçre’nin Lozan kentinde İran’la nükleer müzakerelerinde “çerçeve anlaşması”nın gerçekleştiği ilan edildiği anda, Tahran’da adeta düğmeye basıldı. On binlerce kişi başkentin caddelerine döküldü. Kimi arabalarının kornalarını çalarak, kimi de İran bayraklarını dalgalandırarak ve sloganlar atarak olayı saatlerce büyük bir coşkuyla kutladı.
TV ekranlarına yansıyan görüntüler, bizdeki büyük bir maçtan sonra taraftarların tezahüratını andırıyordu.
İranlılar için bu gerçekten heyecan ve sevinçle kutlanması gereken bir olaydı.
Tahran uzun yıllardan beri ilk defa böyle bir coşkulu kitlesel gösteriye sahne oluyordu...
Kutlanan ne?
Lozan’daki anlaşma, daha önce de yazdığımız gibi, “kazan-kazan” anlayışıyla yapılan çetin müzakerelerin bir sonucu. Bundan İran da memnun, karşı taraf, yani P5+1 grubu da...
Ama İranlıların sokaklara yansıyan coşkusunun ve mutluluğunun farklı nedenleri var.
Cumhur başkanı Recep Tayyip Erdoğan bugün İran ziyaretini son olarak karşılıklı sert beyanların yol açtığı sıkıntılı (gergin dememek için) bir havada yapıyor.
Bu pürüze rağmen, ziyaretin gerçekleşmekte olması, iki tarafın da aralarındaki dostluk ve işbirliğinin gelişmesine verdikleri önemin açık bir göstergesi.
İran nükleer krizinin halledilmekte olduğu ve ABD başta olmak üzere uluslararası camianın Tahran ile ilişkilerinin düzelme yoluna girdiği bir aşamada, Türkiye’nin bu komşusuyla bozuşması çok mantıksız olur.
Neyse ki son söz düellosunun yarattığı sıkıntıdan sonra, Erdoğan’ın ziyaret programını gerçekleştiriyor olması, bozulmaya yüz tutan havanın düzeleceği umudunu yaratıyor.
Diğer bir deyişle, iki taraf da bazı bölgesel sorunlarla ilgili görüş ayrılıkları tam olarak giderilmezse dahi, ilişkilerini geliştirmeye kararlı görünüyor.
Durup dururken...
Bu sıkıntı açıkçası Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın iki hafta önce üst üste iki vesileyle İran’ın Ortadoğu politikasına karşı yaptığı sert çıkış sonunda ortaya çıktı. Erdoğan İran’ı bölgeyi “domine etmeye” çalışmakla suçladı ve İran’ın Suriye, Irak ve Yemen’den çekilmesi gerektiğini söyledi.
Taraflar memnun. Lozan’da gece gündüz demeden günlerce çetin müzakereleri sürdüren P5+1 grubu ile İran Dışişleri bakanları, 12 yıllık nükleer krizi halletmeye yönelik anlaşmanın anahtarlarını belirlediler.
Bu mutabakat, “kazan-kazan” anlayışıyla gerçekleşen bir diplomatik başarı.
Zaten karşılıklı ödün verme ve uzlaşma niyeti olmasaydı, böyle bir “çerçeve anlaşması” da ortaya çıkmazdı.
Şimdi taraflar varılan sonucun pozitif tarafına, yani bardağın dolu kısmına bakıyorlar.
Peki, kim ne kazandı, ona bakalım.
***
- BATI başta olmak üzere uluslararası camianın amacı, İran’ın nükleer silah üretebilecek duruma gelmesini önlemekti. Yıllar boyunca bu yönde harcanan çabalar boşa gitti. Nihayet Lozan’daki müzakerelerde İran’ın nükleer kapasitesini iyice kısan bir mutabakat sağlandı. İran’a kabul ettirilen kısıtlamalar, onun atom bombası üretmesinin önünü kesiyor. ABD başta olmak üzere Batı açısından İran’ın buna razı edilmesi büyük bir kazanımdır.
İran’la nükleer anlaşmanın gerçekleşmesi Türkiye için ne ifade eder?
İlk bakışta bu mutabakatın Türkiye açısından olumlu birçok yanı var. Özetle:
1) İran’ın nükleer silaha sahip olması olasılığı, her zaman Türkiye’yi rahatsız etmiş ve endişelendirmiştir. Böyle bir olasılık Türkiye’nin güvenliği için bir tehdit oluşturacağı gibi, bölgede ciddi gerginliklere ve istikrarsızlığa yol açabilir. Ayrıca Tahran bölgedeki bu askeri üstünlüğünü siyasi nüfuzunu yayma yönünde kullanmak isteyebilir. Dolayısıyla, İran’ın nükleer bir güç olmaması, bu olumsuzlukların önünü kesecektir.
2) Anlaşma sayesinde İran’a karşı yaptırımların kaldırılması, Türkiye’nin de bu komşu ülkeyle ekonomik ve ticari ilişkilerini geliştirme olanağını artıracaktır.
3) Gerçekten öngörüldüğü gibi İran’ın nükleer silah sahibi olmaması, sadece kâğıt üstünde değil, fiilen de sağlanabilecekse, bu diplomasinin bir zaferi olacak, bütün dünya gibi Türkiye de bundan rahat bir nefes alabilecektir.
İşin öbür yüzü
Ancak yeni durum Türkiye için bazı dezavantajlar, hatta sıkıntılar yaratabilir. Şöyle ki:
Bugün dünya siyasetinde çok önemli bir gün.
İran’la aylardan -hatta yıllardan- beri devam eden nükleer müzakereler için önceden belirlenmiş olan sürenin son günü.
Herkes Lozan’da toplanan İran ile 5+1 grubunun dışişleri bakanlarının bugün neye karar vereceklerini görmek için nefesini tutuyor. Zira bu, bölgenin olduğu kadar bütün dünyanın geleceğini derinden etkileyecek olan bir karar...
Bu yoğun müzakerelerden nihayet bir anlaşma çıkacak mı?
Lozan’da dün “Mutabakata çok yaklaşıldı” diyenler de vardı, “Son dakikada pürüzler çıktı” diyenler de...
Anlaşma olmadığı takdirde neler olabileceği belli: Artık bir daha müzakere olmaz. İran kendi nükleer programını bildiği gibi yürütür ve atom bombası üretme yeteneğini geliştirir. Batı İran’a karşı yaptırımlarını ağırlaştırır. İsrail nükleer tesisleri vurma tehdidini pekiştirir. Bölgede gerilim tırmanır ve kriz küresel boyutlar alır...
Anlaşma olursa, iş değişir: Uluslararası camia nispeten rahatlar. İran, dış baskı sonucu nükleer silah üretmemeyi taahhüt eden ilk devlet olur. Buna karşılık İran’a karşı uygulanan ekonomik ambargo tedricen kalkar. Tahran dışa açılır...