ABD Başkan Yardımcısı Joe Biden’in bugün Kıbrıs’a yapacağı 2 günlük ziyaret, Washington’un bir süreden beri elini çektiği Kıbrıs meselesi üzerinde canlanan ilgisinin ve yeni bir diplomatik açılımının işaretini veriyor.
ABD’nin iki numaralı liderinin 1962’den beri adaya giden bu düzeydeki ilk yetkili olması, olayın sembolik anlamını yeterince yansıtıyor.
Ancak Biden’in oldukça kalabalık bir heyetle Kıbrıs’ın her iki kesiminde yapacağı görüşmeler, bu ziyaretin asıl önemli yanını oluşturuyor.
Her ne kadar Beyaz Saray Sözcüsü Biden’in görüşmelerde daha çok iki tarafın Kıbrıs meselesinin çözümüyle ilgili “söyleyeceklerini dinleyeceğini” belirttiyse de, gene kendi deyişiyle, “ABD kendilerine bu süreci hızlandırmak için yardımcı olmaya hazırdır”. Nitekim Washington’dan gelen haberlere göre, ABD diplomasisi son haftalarda taraflara sunacağı bazı yeni fikirler veya öneriler üzerinde çalışmış bulunuyor.
Bu “fikirler”den biri, Maraş’ın bir “güven artırıcı önlem” olarak müzakere süreci sırasında açılması; bir diğeri de Doğu Akdeniz’de keşfedilen doğalgaz kaynaklarının değerlendirilmesi konusunda Türkiye’nin de içinde yer alacağı bölgesel bir işbirliği projesinin geliştirilmesi ile
Soma faciası dünya medyasının Türkiye ile ilgili olarak son zamanlarda en çok izlediği olayların başında geliyor.
Maden kazası duyulduğu andan itibaren yabancı ajanslar, televizyonlar, gazeteler bu olayı bütün ayrıntılarıyla bildirmeye başladılar. Önde gelen uluslararası medya organları muhabirlerini Soma’ya gönderdi. Birçok gazete faciayla ilgili röportajlara ve analizlere sayfalarca yer ayırdı.
Bu olağanüstü ilgi ve sempatinin nedeni hem olayın insani ve dramatik niteliğinden hem de günümüzde bu kadar büyük zayiata yol açan nadir kazalardan biri olmasından kaynaklanıyor.
Facianın müteakip günlerinde dünya medyası olayın siyasi boyutu üzerinde durmaya başladı. Buna yol açan da Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın Soma ziyareti sırasında cereyan eden protesto gösterileri ve buna karşı sergilenen tutumdur.
Böyle bir ortam içinde Başbakan’ın gösterdiği tepki, Başbakanlık danışmanının yere yatırılan bir protestocuyu tekmelemesi ve daha sonraki gösterilerde TOMA’ların ve gazın kullanılması, Soma’ya gelen avukatların kelepçelenip gözaltına alınması haber ve yorumların başlıca konusu oldu.
Ne yazık ki dünya medyasına yansıyan bu görüntüler ve bunların yol açtığı yorumlar
Yakın veya uzak, pek çok ülkenin Soma’daki maden ocağı faciası nedeniyle Türkiye’nin derin acısını paylaştığı ve ona büyük sempati gösterdiği bir sırada, o resim maalesef bu duygulara gölge düşürdü.
Dünya medyasının ekranlarına veya baş sayfalarına yansıyan o resim, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın Soma’yı ziyaretinde cereyan eden protesto gösterisi sırasında, Başbakanlık müşavirinin, korumalar tarafından yere düşürülen bir göstericiyi tekmelemesini görüntülüyordu.
Bu fotoğraf karesi üst düzey Başbakanlık yetkilisinin, o anda Somalı göstericiye karşı nasıl davrandığını herhangi bir yalanlama veya tartışmaya gerek bırakmayacak şekilde, açıkça gözlerin önüne seriyor.
Zaten yetkili de bunu kabul etti, saldırıya uğraması üzerine şiddete başvurduğunu, o anda kendisini kontrol edemediğini, ancak bundan da büyük üzüntü duyduğunu beyan etti.
Kabahat kimde?
Devlet yönetiminde bulunanların, protestolar, eleştiriler karşısında kendilerinden beklenen soğukkanlılığı kaybedip -bu olayda olduğu gibi şiddet kullanmaya kadar giden- sert tepkiler göstermesi, ne yazık ki olağan bir hadise olmaya başladı. Nitekim hükümet yetkilileri dahi bu olayın nedenini de anlamak gerektiğini,
Soma faciasının benzer- lerinin başka ülkelerde de meydana geldiğini söylemek, bu olaydan duyulan derin acıyı ne kadar hafifletir? Hele yapılan benzetme yanlış olursa...
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan önceki gün, Soma’daki basın toplantısında maden ocağı kazalarının sadece Türkiye’de cereyan etmediğini ve bu tür risklerin işin icabı olduğunu göstermek için, dünyadaki benzer olayların bir listesini sundu.
Başbakan 19. yüzyılın İngiltere’sine dönerek, 1862, 1868 ve 1894 yıllarında bu ülkede vuku bulan büyük maden ocağı kazalarından söz etti. Daha sonra 20. yüzyılın başlarında Fransa ve Japonya’daki kazalara değindi.
Başbakan’a bu listeyi verenler, kendisini bu trajik ortam içerisinde ne duruma düşürdüğünün farkındalar mı? Maden ocaklarının bugünkü standartlarını 150 yıl önceki İngiltere veya 50 yıl önceki Avrupa ve ABD’deki koşullarla mukayese etmek mümkün mü?
Günümüzde gelişmiş ülkelerde bu sektörde çalışan şirketler, modern teknoloji sayesinde, “sıfır ölüm”ü -hatta kârdan önce- hedef olarak benimsemişlerdir.
Eğer kıyaslama yapılacaksa, artık kaza ve ölüm oranlarının çok düşük olduğu bugünkü İngiltere, Almanya, ABD, Japonya gibi ülkelerle yapılmalı. O zaman da maalesef
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM) 13 yıl önce Kıbrıs’la ilgili aldığı bir karara dayanarak Türkiye’yi 90 milyon euro tazminat ödemeye mahkum etmesi, her şeyden önce zamanlama bakımından talihsiz bir olaydır.
AİHM Kıbrıs Rum yönetiminin şikâyeti üzerine, 10 Mayıs 2001’de 1974 Barış Harekâtı’ndan kaynaklanan 14 maddelik bir insan hakları ihlalleri listesi üzerinden Türkiye’yi suçlamış, ancak o zaman tazminatla ilgili bir karar almamıştı. Yıllar sonra -Kasım 2011’de- Rum tarafı tazminatla ilgili talebini, birtakım belgelerle birlikte mahkemeye sundu.
Mahkeme aylarca süren çalışmalarını tamamladı ve 90 milyon euro’luk ceza üzerindeki kararını pazartesi günü ilan etti.
AİHM’nin bunca zaman sonra, bu açıklamasının tam da Kıbrıs barış müzakerelerinin anlaşma umudu yarattığı bir zamana rastlaması, doğrusu hiç de iyi olmadı. Nitekim Türk tarafı müzakerelerin bundan olumsuz etkileneceğini söylüyor.
Hem hukuki, hem siyasi
AİHM’nin tazminatla ilgili kararı, herhalde gerek hukuki, gerekse siyasi yanlarıyla önümüzdeki günlerde ve haftalarda çok tartışılacak.
Ukrayna’nın doğusun- daki iki bölgeyi fiilen kontrolleri altına alan Rusya yanlısı ayrılıkçıların düzenlediği referandumda sorulan tek soru net ve açıktı: “Donetsk Halk Cumhuriyeti ile Luhansk Halk Cumhuriyeti’nin özerkliğini destekliyor musunuz?”
Sonuç beklendiği gibi oldu: Nüfusun geniş kesiminin Rus kökenli olduğu iki bölgede, sandıktan ezici bir çoğunlukla “evet” çıktı.
Ne var ki iki bölge halkının bu isteği kolay kolay gerçekleşemeyecek ve Ukrayna krizini daha da kızıştıracak.
Kiev’deki merkezi hükümet bu referandumu illegal sayıyor. Batı ülkeleri de öyle. Onlar Ukrayna’nın toprak bütünlüğünü ve egemenliğini savunuyorlar. Aslında Rus kökenli nüfusun çoğunlukta olduğu iki bölge dışında, Ukrayna genelinde halkın üçte ikisi (son bir kamuoyu araştırmasına göre) ülke bütünlüğünün korunmasından yana.
Ama Donetsk ve Luhansk’ta Rus kökenliler artık Kiev’in hâkimiyeti altında yaşamak istemiyorlar. Şimdilik “özerklik” istiyorlar ama bunu da Rusya’ya bağlanmak için bir basamak olarak kullanıyorlar.
Nitekim referandum sonucu ilan edilir edilmez, ayrılıkçı liderler gelecek ay yeni bir referandum düzenleyeceklerini ve iki bölge halkına Rusya’ya bağlanmayı isteyip istemediğini
Yeni bir teyit de Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’ndan geldi. Bakan Ankara’daki bir basın toplantısında “İsrail ile problemlerin önemli ölçüde aşıldığını” açıkladı ve iki ülke arasındaki ilişkilerin normalleştirilmesinin yakında gerçekleşeceğinin işaretini verdi.
Başbakan Tayyip Erdoğan da geçen hafta bir Amerikalı gazeteciyle yaptığı söyleşide iki ülke arasındaki anlaşmanın imzalanmasının ve büyükelçilerin teati edilmesinin önümüzdeki haftalarda gerçekleşebileceğini söylemişti.
2010 yılındaki “Mavi Marmara” olayından sonra kopan diplomatik bağların ve tüm resmi temasların yeniden kurulması amacıyla görüşmeler bir yıldan fazla bir zamandır devam ediyor.
Bu arada İsrail, Türkiye’nin “olmazsa olmaz” diye öne sürdüğü üç şarttan birini -resmi özrü- yerine getirdi. Şimdi tazminat ve Gazze’nin ablukasına ilişkin şartlar üzerinde prensip mutabakatına varıldığı ve son bazı detaylar üzerinde çalışıldığı anlaşılıyor.
Yeni fırsatlar
Bunlar birkaç ay öncesine kadar aşılamaz sanılan engellerdi. Şimdi Davutoğlu’nun da belirttiği gibi bu engellerin aşıldığı görülüyor.
Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin bir kez daha sürprizler adamı olduğunu gösterdi: Doğu Ukrayna’yı ele geçirmek için savaşı bile göze aldığı söylenirken, Kiev’e -ve dolayısıyla Batı’ya- zeytin dalını uzattı.
Ukrayna’nın bir iç savaşa sürüklendiği ve Rusya’nın da müdahaleye hazırlandığı sanıldığı bir anda Putin, bir U dönüşü yaparak yeni tutumunu açıkladı: Ukrayna sınırına dayanan Rus askeri birlikleri geri çekildi... Moskova Doğu Ukrayna’da ayrılıkçıların önümüzdeki pazar günü için düzenledikleri bağımsızlık referandumundan vazgeçmelerini talep etti... Kremlin, Kiev’deki geçici hükümetin 25 Mayıs’ta yapmaya karar verdiği cumhurbaşkanlığı seçimlerine artık karşı çıkmıyor, aksine, bunu “doğru yolda atılmış bir adım” sayıyor...
Putin’in bu yeni tutumu Ukrayna krizinin diplomasiyle çözümlenmesi yolunu açabilir. Yeter ki bu süreçte ters bir sürpriz ortaya çıkmasın...
* * *
Ne oldu da Putin böyle bir tutum aldı?
1) Rusya Kırım’ı tek kurşun sıkmadan, rahatça Kiev’den koparıp kendisine bağlamayı başardı. Aynı taktiği Doğu Ukrayna’da uygulamak mümkün olmuyor. Burada kan dökülüyor. Rusya’nın müdahalesi ise Ukrayna ile savaş demek. Putin bunu istemiyor.
2) Batı’nın ekonomik