Bu başlık altında 13 Haziran’da yayımlanan yazımızda, Irak’ta IŞİD’in Türkiye’nin Musul Başkonsolosluğu personeli ile bir grup Türk şoförünü kaçırmasının olası nedenlerini incelemiştik.
Kuşkusuz bu, şimdiye kadar yurtdışındaki bir Türk diplomatik misyonuna ve çok sayıdaki Türk vatandaşına karşı girişilen en dramatik bir saldırıdır.
Ne yazık ki son zamanlarda yurtdışı Türk temsilcilikleri ve Türk vatandaşları farklı şekillerde birtakım çevrelerin hedefi oluyor.
Bunun son örneği, Libya’da çalışan 250 Türk’ün, ülkeyi 48 saat içinde terk etmesi için verilen ültimatomdur.
Geçen mayıs ayında merkezi yönetime el koymaya kalkışan ve bu arada ülkenin doğu bölgesine hâkim olan emekli General Halife Haftar’ın bu Türklerin -Katar uyruklularla birlikte- hudut dışı edilmesi için öne sürdüğü gerekçe, bunların kendi yönetimine karşı faaliyette bulunması, casusluk yapmasıdır. Bingazi’deki gazeteler Türkiye’nin tutumunun halk arasına öfke yarattığını ve dolayısıyla Libya’da artık kalamayacaklarını yazdı.
Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu bu iddiaları “yersiz ve mesnetsiz” olarak nitelendirdi ve General Haftar’ın suçlamalarına karşılık Trablus’taki “meşru hükümet”in Türklerin güvenliğini
IŞİD’in Irak’ın bu kadar geniş bir bölgesine bu kadar kısa zamanda hâkim olacağını kim tahmin ederdi?
Musul’dan sonra ülkenin batısındaki ve kuzeyindeki birçok kenti, stratejik sınır kapılarını, petrol tesislerini ve diğer kilit noktaları ele geçiren IŞİD savaşçıları şimdi Bağdat’a doğru ilerliyor. Irak ordusu adeta ricat halinde ve psikolojik bir çöküntü içinde. Çaresiz kalan merkezi hükümet saldırıları durdurmak için dışarıdan yardım istiyor...
Irak’ı içine düştüğü bu kaostan ve parçalanmadan kim kurtaracak?
Merkezi otoritenin kalmadığı ve ülkenin önemli bir kesimi üzerindeki kontrolünü kaybettiği bir ortamda artık Maliki hükümetinden fazla bir şey beklenemez. Halkın çeşitli kesimlerini temsil eden, IŞİD’in saldırılarıyla baş edebilecek ve ona kaptırılan toprakları geri alabilecek güçte yeni bir hükümetin iş başına geçmesi de çok zor görünüyor.
İşin doğrusu, Irak krizinin herhangi bir dış müdahaleye gerek kalmadan bizzat Iraklılar tarafından halledilmesidir. Ama açıkçası bunun olabilirlik şansı artık çok zayıf.
Neden hep Amerika?
İç dinamiklerin kriz çözümünde ve özellikle iç savaşı durdurmada yetersiz kaldığı hallerde gözler dışarıya çevrilir, uluslararası
IŞİD’in Suriye’den sonra Irak’ta da bir kısım topraklara hakim olması, sadece bu iki ülkenin değil, Ortadoğu’da da güç dengelerini değiştirme istidadını gösteriyor.
Şimdi “sahadaki fiili durum” IŞİD’in Suriye ile Irak arasındaki sınırı kısmen kaldırdığını ve Suriye’nin kuzey, Irak’ın da güney bölgelerini kendi hakimiyeti altında birleştirdiğini gösteriyor.
Şeriat düzenini kurmaya yönelik bu Sünni hareket bir yandan iki ülkenin Sünni ağırlıklı kesimlerini birleştirirken, diğer yandan iki ülkeyi de bölüyor.
IŞİD’in askeri harekâtının nerede, ne zaman duracağı belli değil. Yayılma harekâtı sürdükçe, bunun Sünnilerle Şiileri karşı karşıya getiren bir iç savaşa dönüşmesi, hatta bu savaşın içine diğer bölge ülkelerini ve de yabancı güçleri çekmesi tehlikesi var.
Ortak kaygılar
Açıkçası IŞİD’in Irak’taki beklenmedik son çıkışı bütün dünyada şaşkınlık kadar, derin kaygılar da yarattı.
Ortak endişelerin çeşitli nedenleri var. IŞİD’in dinsel ve mezhepsel bir savaş başlatması, Suriye ve Irak gibi iki hassas Ortadoğu ülkesini bölmesi... Kullandığı yöntemlerin, bilinen terörist uygulamaların ötesinde, Orta Çağ’ı anımsatan vahşet boyutlarına ulaşması... Dış dünyaya karşı meydan
IŞİD’in Musul’a karşı giriştiği saldırı sırasında, önce bir grup Türk TIR şoförünü, ardından TC Başkonso- losluğu mensuplarını rehin almasının nedenini ilk bakışta anlamak bir hayli zor.
IŞİD Irak ve Suriye’de kendi hakimiyetini kurmak için Maliki ve Esad rejimlerine karşı savaş açmış durumda. Ankara’nın her ikisine karşı tutumu malum.
Eylemlerini mezhepsel bazda yürüten Sünni IŞİD’in Irak’taki hedefi Şii Nuri El Maliki, Suriye’deki hedefi de Alevi olan Beşar Esad. Mezhepsel olarak dahi, IŞİD’in bu bakımdan da Türkiye’ye karşı duygular beslemesi gerek.
Kaldı ki Ak Parti iktidarı İslam dünyasına hep yakınlık gösterdi, onun davalarına sahip çıktı. O kadar ki, cihatçı olarak bilinen gruplara da bir ara hoşgörüyle yaklaştı. Nitekim ABD ve Batılı ülkeler bu grupları “terörist” ilan ederken, Türk hükümeti müttefiklerini “aceleci davranmakla” suçladı...
Buna karşılık IŞİD Türkiye ile uğraşıyor. Suriye’de ve Irak’ta dokunulmazlığı olan Türk varlığına dahi saldırıyor. Kuzey Suriye’de Süleyman Şah Türbesi’ni, Musul’da TC Başkonsolosluğu’nu hedef alıyor...
Misilleme mi?
İran Cumhur- başkanı Hasan Ruhani’nin Ankara ziyareti gerek kendisi, gerekse Cumhurbaşkanı Abdullah Gül tarafından Türk-İran ilişkilerinde bir “dönüm noktası” olarak nitelendirildi.
Gerçekten konuk liderin 2 günlük görüşmeleri son zamanlarda bu ilişkilerde yaşanan soğukluğun giderilmekte ve yeni bir sayfanın açılmakta olduğu işaretini veriyor.
Böyle bir aşamaya girilmesini, daha geniş bir perspektiften, bölgedeki siyasi gelişmelerin oluşturduğu yeni ortamı göz önünde bulundurarak değerlendirmek lazım.
Ruhani’nin iktidara gelmesinden sonra bu ülkenin iç ve dış politikasında önemli değişiklikler oldu. Tahran dünyaya ve Batı’ya açıldı. Ruhani’nin Ankara’ya geldiği pazartesi günü, üst düzey bir İran heyeti, nükleer krizi görüşmek üzere ilk kez ABD‘li meslektaşları ile Cenevre’de buluştu.
İran bu yeni açılımları yaparken, Ortadoğu meselelerinde, özellikle Suriye krizinde, tutarlı politikasını sürdürdü ve bu kez radikal hareketlere ve terörizme karşı bir tavır aldı...
Ortadoğu’daki karmaşa ve istikrarsızlık Türkiye’nin de büyük derdi ve kaygısı. Bu konuda şimdi hassasiyet gösteren İran ile Türkiye arasında yeni bir yakınlaşma ve işbirliği fırsatı oluşuyor. Suriye, Mısır,
Medya pek ilgi göster- medi ama İstanbul geçen hafta Türk dış politikası bakımından önemli sayılan bir uluslararası konferansa ev sahipliği yaptı.
Konferansın ilginç yanı, konukların “ta dünyanın öbür ucu” diyebileceğimiz, Pasifik Okyanusu’ndaki adalardan gelmesi. Çoğumuzun isimlerini dahi pek duymadığı adalar: Kiribati’den Nauru’ya, Samoa’dan Palau’ya, Tuvalu’dan Vanuatu’ya varıncaya kadar toplam 14 “küçük ada-devlet”... Bunlar uluslararası platformda “Pasifik Gelişmekte Olan Ada Ülkeleri” (PSİD) adıyla anılıyor.
Boğaz’a nazır Tarabya Oteli’nde Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun başkanlığında yapılan 2 günlük konferansın başlığı da şöyle: “Boğaz’dan Pasifik’e: Sürdürülebilir Kalkınma İçin Sürekli İşbirliği”...
Toplantıda Türkiye’nin önayak olduğu çeşitli işbirliği projeleri görüşüldü. Bu arada Davutoğlu, Türkiye’nin ilk kez bu ada-devlet topluluğunda bir büyükelçilik açacağını açıkladı.
Bakanın verdiği bilgilere göre Türkiye 2012’de bu devletçiklere 5 milyon dolar tutarında ekonomik yardımda bulundu. Bu yıl da bu çapta bir destek öngörülüyor.
Beklenen karşılık
Demokrasi için sandığın gerekli olduğu, ancak tek başına yeterli olmadığı öteden beri söylenir.
İlginç olan nokta, dünyadaki hemen hemen bütün ülkelerin seçim yapmak zorunluluğunu hissetmeleridir. Kuzey Kore’den Zimbabve’ye kadar, koyu diktatörlüklerin hüküm sürdüğü ülkelerde dahi seçim yapılıyor. Ama bu, onların özgür ve demokratik ülkeler olduğunu göstermiyor tabii...
Demokrasinin çağdaş standartlara göre var olması için oy sandığının yanı sıra daha birçok koşulun yerine getirilmesi gerekir. Bunların ne olduğuna değinmeden önce, sandık deyince de -ülkelere göre- ne anlaşıldığına bir bakalım.
***
Önümüzde çok yeni örnekler var.
Suriye’de cumhurbaşkanlığı seçimi yapıldı. Ama hangi şartlarla? Ülkede iç savaş sürüyor. Bazı bölgeler direniş gruplarının hâkimiyeti altında. Göç etmek zorunda kalan milyonlarca Suriyeli sandık başına gidemezdi zaten...
Bu şartlar altında yapılan seçimler gerçek anlamda demokratik sayılabilir mi? Bu durumda Suriye’de demokrasi var denebilir mi?
Sonuç önceden belliydi: Suriye’deki cumhurbaş- kanlığı seçimlerini mevcut şartlarda elbet Beşar Esad kazanacaktı.
Gerçi bu kez onun karşısında iki aday yer aldı; ama onlar tam anlamıyla “göstermelik”... Kaldı ki bu seçimler ülkede güvenliğin olmadığı, nüfusun önemli bir kesiminin evlerini terk edip başka diyarlara kaçtığı, bazı bölgelerin de çeşitli savaşçı grupların hâkimiyeti altında bulunduğu bir ortamda yapıldı.
Aslında bu seçimler için ne denirse densin, önemli olan, 3 yıldır süren iç savaşa rağmen, Esad’ın üçüncü bir 7 yıllık dönem için Başkanlık koltuğunu korumasıdır. Başında bulunduğu yönetim böylece dünyaya varlığını göstermek, meşruiyetini kanıtlamak olanağını elde etmiş oluyor.
Oysa Türkiye dahil uluslararası camianın büyük kısmı, Suriye krizinin çözümü için her şeyden önce Esad’ın saf dışı edilmesini şart koşuyordu. Cenevre’de Batılılar bu konuda ısrarlı davranmış, ama Rusya’nın buna karşı çıkması sayesinde Esad ayakta kalabilmişti.
Seçimler (“komedi” diye nitelendirilse dahi) Suriye’nin “Esad’sız” değil, gene “Esad’lı” döneme girdiğini ortaya koyuyor.
Galibi olmayan savaş