Cumhurbaşkanı “Feministler anneliği kabul etmiyor, böyle bir dertleri yok” dedi ya... Ben kadınım, feministim ve anneyim. Hiçbirini kendisinden öğrenecek değilim
Mesele kadınlar olunca Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın ağzından bal (!) damlıyor. Zat-ı muhteremin metroda birbirine sarılmış genç bir kadınla erkeği hedef alan anonsla ilgili soruya, “Bir anne baba, kızının birinin kucağına oturmasını ister mi?” yanıtını da unutmadık, Dolmabahçe ofisinden gördüğü Kadıköy yolcularının durumuna saygı gösterdiğini kayıtlara geçirdiğini de (mitinglerde “afedersiniz, kısa kollu bayanlar...” uyarısıyla dikkat çektiği kadınları kastetmişti).
Polis tarafından bacağı kırılarak gözaltına alınan kadın eylemciye “Kız mıdır, kadın mıdır!” diyen de kendisiydi, kız öğrencilere “Çok seçici olmayın” diyerek evlilik öğüdü veren de...
Kimi zaman sosyolog, kimi zaman jinekolog, nüfusbilimci veya ulema... Kaç çocuk doğuracağımızı da söylüyor, kürtajın cinayet olduğunu da... Esaslı bir sezaryen düşmanı ayrıca.
Hep aynı sözler
25 Kasım’da Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Dayanışma ve Mücadele Günü kutlanacak. Araştırmalara göre kendi evi bir kadın için en tehlikeli mekan ne yazık ki...
Demokrasi için mücadele eden Dominikli Mirabal kardeşlerin hikayesini beyazperdeye aktaran yapımcı-oyuncu Salma Hayek’in “Kelebekler Zamanı” filmi, Julia Alvarez’in romanından yola çıkarak çekilmişti. Diktatör Trujillo’nun korkulu rüyası haline gelen üç kız kardeşin 25 Kasım 1960’taki hazin sonunun iddia edildiği gibi kaza olmadığına ve diktatörün ajanlarınca katledildiklerine dair açık göndermelerle bitiyordu film. Birleşmiş Milletler, Mirabal kardeşlerin katledildikleri 25 Kasım tarihini 1999 yılında, Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Dayanışma ve Mücadele Günü ilan etti.
Bir kadının gece tek başına sokakta yürümesi tehlikeli sayılıyor ya, kendi evi kadın için en tehlikeli mekan ne yazıkki. Araştırmalara göre kadının şiddetle tanıştığı yer yaşadığı ev. Babası, sevgilisi, kocası... Sonra patronu ve devlet... Kadınları eziyor, ona fiziksel, duygusal, cinsel şiddet uyguluyorlar.
Hacettepe Üniversitesi Nüfus Etütleri Enstitüsü’’nün 2008 yılında Kadının Statüsü Genel Müdürlüğü ile birlikte yaptığı,
Hidroelektrik santrallerine karşı çıkan Artvinliler: “Artvin’i toprağına, suyuna zarar vererek yok etmeye çalışıyorlar. Canımız pahasına da olsa toprağımıza sahip çıkacağız. Bizim gidecek başka yerimiz yok”
Artvinliler, Çoruh Nehri üzerine yapılan en büyük baraj Deriner’e yapımı boyunca itiraz ettiler ama seslerini duyuramadılar.
Çocukluğumun en güzel rüyaları Artvin’de geçerdi. Gözlerimi kapatıp Karanlık Meşe Ormanları’ndaki köknarlardan topladığımız çam sakızının kokusuyla dalardım uykuya. Gökyüzünü göremezdiniz o ormanda. Yazları giderdik memlekete. Ankara’dan 26 saat süren otobüs yolculuğuyla. Artvin’e, oradan Ardanuç’a ve sonra köye... Taş pilekide, odun ateşinde pişmiş ekmeğin içine sürülen taze tereyağının hayali unuttururdu yorgun çocuk bacaklarımızın sızısını. Samsun’dan Artvin’e, tüm yaylaları birbirine bağlayacak, kime hizmet edeceğini bilmediğimiz Yeşil Yol gibi “çılgın projeler” yoktu o zamanlar. At sırtında birkaç günde çıkılırdı yaylalara.
Ayılar bahçemizi mesken tutar, armutları yer, yazları bile buz gibi akan çeşmemizden su içerdi. Onları kovmak için çalınırdı tenekeler. Kurtlar, tilkiler, yaban domuzları, atmacalar bu eşsiz coğrafyada bizimle iç içe
Ermenek’teki maden faciasıyla gördük: Sözümüzü de çalmışlar. Çalıp dilinize pelesenk de etseniz onlar bizim sözlerimiz ve haklı olan biziz!
rmenek’te bir maden ocağında 18 işçi 12 bin ton suyun altında kalınca daha net gördük, sözümüzü de çalmışlar! Bizim cümlelerimizle, bizden daha çok bağırıyorlar. Devleti yönetenlerden meslek örgütlerine, sendikalardan sivil toplum kuruluşlarına, alayı isyandaydı maden başında. Hani neredeyse bizi suçlayacaklar! Bu işte bir terslik var, var olmasına da kimse önemsemiyor artık bunu. Alıştı herkes, iktidardakinin muhalefetteymişçesine konuşmasına, muhalefettekinin iktidarın ekmeğini yağlamasına ve yoksulun bir gün zengin olma hayaliyle yaşamasına.
Gözlere perde inmiş
Tecrübeli ekonomi gazetecisi dostum Özlem Doğaner, İstanbul’a ilk gittiğinde şu önemli gözlemini paylaşmıştı benimle: “Burada insanlar kendilerine ait olmayan sahte hayatlar yaşıyorlar. Acınacak haldeler ama hepsinin gözüne perde
inmiş sanki!”
Özlem uzun süredir İstanbul’da, bir televizyon kanalının ekonomi müdürlüğü görevinde. Ve bu önemli sosyolojik saptaması o gittiğinden beri sadece İstanbul için değil, tüm Türkiye için geçerli hale geldi/getirildi.
Sürdürülebilir Yaşam Film Festivali bu yıl 11 ilde 20 filmi izleyiciyle buluşturacak. Festival kapsamındaki tüm etkinlikler ücretsiz
En çevreci, en aktivist festival başlıyor. 2008 yılından bu yana gerçekleştirilen Sürdürülebilir Yaşam Film Festivali bu yıl 11 ilde 20 filmi izleyiciyle buluşturacak. 7-8-9 Kasım’da gerçekleşecek festival kapsamındaki tüm etkinlikler (81 söyleşi, müzik dinletileri, sergiler dahil) ücretsiz, biletsiz, rezervasyonsuz, davetiyesiz olacak. Sponsorsuz bir festival bu. Gönüllüler ve destekçiler sayesinde ayakta. Destekçiler de “sürdürülebilirlik” ilkesiyle çelişmeyenler arasından seçiliyor. Bütün bunları kim mi başlattı? Sürdürülebilir Yaşam Kolektifi (SYK)... Kolektif ve festival hakkındaki bilgileri surdurulebiliryasam.org adresinden bulabilirsiniz. Festivalin organizasyonunu hangi ilde hangi sivil toplum örgütünün üstlendiğini de buradan görebilirsiniz.
Umuda davet
İstanbul, Adana, Ankara, Antalya, Balıkesir, Bodrum, Çanakkale, Diyarbakır, Hopa, İzmir ve Trabzon’da eş zamanlı olarak takip edilecek festivalin SYK’ya göre amacı, insanları başka bir dünyanın mümkün olduğuna inandırmak:
“Tarımdan enerjiye, gıdadan ekonomiye, aktivizmden
Cumartesi Anneleri “Evlatlarımızı öldürmeyin!” dedikleri için gaz yediler, coplandılar, gözaltına alındılar. Eylemlerine ara vermek zorunda kaldılar. Sonra yeniden başladılar. 500 haftadır kayıplarını arıyorlar
Eyleme 27 Mayıs 1995’te başlayan anneler, polisin sert müdahaleleri sebebiyle 13 Mart 1999’da ara verdi. Ergenekon yargılamalarının 12 Eylül dönemine ve 90’ların faili meçhul cinayetlerine kadar genişleyeceğinin konuşulduğu günlerde, 31 Ocak 2009’da oturma eylemi tekrar başladı.
Tam 500 haftadır oturuyorlar, 500 haftadır kayıplarını arıyorlar, 500 haftadır adalet istiyorlar.Hepi topu üç istekleri var 500 haftadır haykırdıkları. 1) Bir daha kimse gözaltında kaybolmasın. 2) Kayıpların akıbeti açıklansın.
3) Kaybedenler yargılansın...
Nefes almak, su içmek kadar basit. Ama bu ülkede değil! Bu kadar masum talepleri dile getirdikleri için, “Evlatlarımızı öldürmeyin!” dedikleri için gaz yediler, coplandılar, gözaltına alındılar. Eylemlerine ara vermek zorunda kaldılar. Sonra yeniden başladılar.
Onlara bu eziyeti reva görenler bir gün çıktılar karşımıza yakalarına iliştirilmiş şirinlik muskasıyla, tumturaklı sözler sıralayıp yerine getirmeyeceklerini bildiğimiz
Kobani için sokağa çıkan, öldürülen Kürtlere yönelik bitmek bilmeyen düşmanlık, savaş mültecisi Suriyelilere yönelen haksız öfke... Bunlar neye hizmet ediyor?
Kobani’de yaşananları protesto etmek için sokağa dökülenler yeni bir öfke dalgasının da hedefi oldu.
Milliyetçiliğin körüklendiği bu günlerde ortamı fırsat bilen ırkçılığa, nefret söylemine dur demek gerekiyor... Mevzu tabii ki IŞİD’in ele geçirmek için tüm karanlığıyla yüklendiği Rojava-Kobani. Ve Kobani için sokağa çıkan, öldürülen, katilleri birileri tarafından neredeyse alkışlanan Kürtlere yönelik bitmek bilmeyen düşmanlık, savaş mültecisi Suriyelilere yönelen haksız öfke.
Bu kötücül havada, polisin yetkilerinin olağanüstü genişletilmesini sağlayan düzenlemenin, muhalefetin sesini çıkaramaması için yasaları devreye sokmanın, yargıda “benim hakimim-benim savcım” modelini meşrulaştırmanın tartışılmaması şaşırtıcı değil elbette. Bütün bunlar neye hizmet ediyor sorusunu Emre Can Dağlıoğlu’nun Agos gazetesi
için Prof. Sinan Özbek ile yaptığı
21 Aralık 2013 tarihli söyleşisinden bir bölümle yanıtlayalım.
İspanya İç Savaşı’nda faşizme direnen devrimcilerin sloganıydı “Geçit yok!”... Bu sloganla İspanya İç Savaşı’nda tarih yazanların Rojava devrimini gerçekleştirenlerle mukayese edilmesi boşuna değil
"No pasaran!”, 1936 İspanya İç Savaşı’nda faşizme direnen devrimcilerin sloganıydı. “Geçit yok!” diyorlardı. Faşizme geçit yok! Bu sloganla İspanya İç Savaşı’nda tarih yazanların Rojava devrimini gerçekleştirenlerle mukayese edilmesi boşuna değil. Sendikacı, yazar Volkan Yaraşır’ın “Yeni Barcelona, Kobane: Geçit Yok, Geçit Yok!” başlıklı makalesinden bir bölüm okuyalım.
“Bugün IŞİD’in dehşet stratejisi uygulayarak ölümü pornografileştirmesiyle, İspanyol faşiştlerinin ‘yaşasın ölüm’ sloganları arasındaki bağ sanıldığından daha yakındır. Bu faşizmin hayata taarruzudur. Umudu yok etme ve umudu öldürme isteğidir.
Kobane’de (Kobani) 19 Temmuz 2012’de başlayan Rojava Demokratik Özerk Yönetimi’nin yaratımı, IŞİD çetelerinin karanlığında boğulmak isteniyor. Tüm dünya sessizce ve hatta içten içe sevinerek izliyor katliamı. Kürtler ile ezeli hesaplarını bir kenara bırakamayanlar içinse durum net. IŞİD’i size yeğleriz diyecekler utanmasalar!”
David Graeber’in kaleminden Kobani
Dünya