İzmir’deki hastanelerde kanser tedavisi gören çocuklar için birbirinden renkli yeni yıl kutlamaları yapıldı. Onlardan birinde de objektiflere çok şey anlatan bu görüntü yansıdı.
Kim bilirdi böyle olacağını? Daha hayatın başında, çocukluk çağında...
Her şey ne güzel başlamıştı oysa. Aguları; baba, anne izlemiş. Söylediği ilk sözcüklerle ne de mutlu etmişti.
İzmir yatırıma hasret bir kent. Bırakın yeni yatırımı, var olanlar da eriyip gidiyor. Bakın Atatürk Organize Sanayi Bölgesi’ne...
Kentin sanayi lokomotifi olarak görülürken, geçmişteki başarı öyküsü yerini drama bıraktı. Çalışan sayısı 2009’da yarı yarıya azalmış. Evine buradan ekmek götüren iki kişiden biri işsiz kalmış. Eskiden gülen yüzler asık, umut zaten çoktan yabancı olup uzaklaşmış, nerede olduğunu bilen yok. Ortalık yangın yeri, cayır cayır yanıyor.
İşsizlik oranının ülke genelinin üstünde olduğu bu kentte bir olumsuzluktur gidiyor. İş için kapımı çalıp yardım isteyen gençlere ne diyeceğimi artık bilemiyorum. Söyleyecek söz kalmadı.
Kor gibi yanan yüreklere su serperecek, hasret kaldığımız umudu yeşertecek yeni yatırımlar gerekiyor. Ama nerede..? Sanayici küsmüş kabuğuna çekilmiş, daha da küçülmenin yollarını arıyor.
“Yatırıma küsülmez, üretmeden ve çalışmadan olmaz” deyip taşın altına elini koyan ise bin pişman. Bir örneği de Hüseyin Aslan...
Modern şehircilikte İzmir’in çeyrek asırlık gururu Ege-Koop’un genel başkanı Aslan, öyle sitem dolu ki, anlattıkları bu köşelere sığacak gibi değil.
Ege-Koop, yılın son günlerinde 110 milyon liralık iki projeye başladı.
Metro ve hafif raylı sistem hatlarını tamamlayamayan İzmir’de trafik düzeni yüzde 90’ın üzerinde karayoluyla sağlanıyor. Öyle olunca da sabah işe başlama, akşam da çıkış saatlerinde büyük sıkıntı yaşanıyor. Bu tabloya bir de TIR ve kamyonlar eklenince trafik iyice içinden çıkmaz bir hal alıyor. Özellikle şehir merkezinin Alsancak girişi büyük araçlar nedeniyle felç oluyor. Araç kuyrukları yüzlerce metreyi buluyor.
Milliyet Ege Dert Köşesi’ni arayan İzmirliler; TIR ve kamyonların belirli saatlerde şehir merkezine girişini yasaklayan İl Trafik Komisyonu kararının uygulanmasını istiyor. Vatandaşlar, “Kararı neden uygulamıyorlar, anlamıyoruz. Sabah TIR ve kamyonlarla tampon tampona araç kullanmak zorunda kalıyoruz” dedi.
Sokak levhası yanlış
Çiğli Evka 5’te bulunan 8925/1 sokağın levhası bugüne kadar yoktu. Siyah bir boya ile sokağın numarası yazılıydı. Daha sonra Büyükşehir Belediyesi’nden ekipler gelip bu yazının üzerine levha çaktılar ancak; levhada sokak numarası 8925/1 olması gerekirken, şu an 8825/1 olarak görünüyor. Bu konuda görevlileri ikaz etmemize rağmen uyarımızı dikkate alan olmadı. Biz de çaresiz levhanın altına doğrusunu yazdık. Mahalle sakinleri
Bravo Başkan
Şöyle gerilere gidelim. Yerli Malı Haftası’nı gururla kutladığımız, ama Almanya’dan getirilen çikolatanın da tadına doyamadığımız yokluk günlerine...
Düğünde, yazlık-kışlık sinemada bol bol gazoz içilen o vakitlerde, ilk kutu kolayı yaz tatiline gelen gurbetçi dayımın elinde görmüştüm.
Üzerindeki yazı, şişesi bile az bulunan kolanın yazısı olmasa ne olduğunu anlamam haliyle imkansızdı. Benim için bir ilkti, çocukluğumun unutulmaz bir anıydı. Kolay değil, elin oğlu kolayı metal kutuya sokmuştu, tadı bile sanki daha başkaydı.
Bunun gibi hafızalara yerleşen neler neler vardı... Her şeyin kaçağı gizli gizli aranır dururdu.
Bize okulda, “Yerli malı, yurdun malı, herkes bunu kullanmalı” diye öğretilirken, öğretmenler odasında kaçak çay demlenirdi.
Rize çayından herkes çok sıkılmış olmalı ki Suriye üzerinden getirildiği konuşulan o çayın tadı bal gibi gelirdi. Hemen bitmesin diye yudum yudum içilirdi. Ne de olsa az bulunuyordu, kıymetliydi...
Mavi bandrolünden yerli olmadığı anlaşılan sigaralar da genelde tombalacıların elinde olurdu. O siyah bez torbanın içine türlü hileleri sığdıran tombalacılar, kaçak sigara umuduyla gelen vatandaşı ayaküstü kandırırdı.
“Bir canın bedeli bu mu..?” Sadece beş kelimelik bir feryat...
Gözlerden yaşlar sicim gibi süzülüp sözcükler boğaza düğümlenirken, ancak bu kadarı söylenebiliyor. Adliye koridorlarında bazen bir anne, bazen bir baba böyle haykırıyor. Giden evladın ardından çıkan kararın şoku daha taptazeyken...
Trafik kazalarından sonra verilen mahkeme kararları, acıları küllendirmiyor, daha derinleştiriyor. Hakimler, kanunların dediğini yerine getiriyor, onlara söyleyecek ne olabilir ki? Ama böyle mi olmalı..?
Daha önce yazmıştım, şimdi yine tam sırası.
İzmirli Ayşenur Yanık... 19 yaşındaydı... İzmir’in ilk bayan futbol takımı Elit Spor’un kalecisiydi. Takım arkadaşlarının “Ayşe kuşu”, annesi Hülya Yanık’ın “meleği”ydi. Yüzü hep gülüyordu, arkadaşları ona boşuna melek demiyordu.
Geçen yıl Kuşadası’na hem çalışmaya hem tatile gitti. Keyif dolu günler geçirdi. Dönüş yolunda ise o neşeli günler bıçak gibi kesildi. Ayşenur’un olduğu otomobil, Aydın Otoyolu Buca Kavşağı’nda süratle savruldu. Ağır yaralandı, tedaviye alındı, ancak çabalar hayatta tutmaya yetmedi.
İddiaya göre onu ölüme taşıyan sürücü hem alkollüydü hem de aşırı hız yapmıştı. 15 yıla kadar hapsi isteniyordu. 45 gün tutuklu
Domuz gribiyle ilgili Türkiye’nin sayılı uzmanlarından Prof. Dr. Çağrı Büke, bu hastalıktan neden korkmamız gerektiğini bu köşeden anlatmıştı.
Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Enfeksiyon Hastalıkları ve Klinik Mikrobiyoloji Ana Bilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Büke, H1N1 virüsünün, sır perdesi aralanamayan ölümcül yüzünden bahsetmiş, “Hiç sağlık sorunu olmayanları da anlaşılmaz bir hızda ölüme götürüyor” demişti.
Onun bu sözlerinden hemen sonra İzmir’de ilk domuz gribi ölümü meydana geldi, üstelik tam da dediği gibi, daha mürekkep kurumadan...
Kurban, Turgutlulu Selda Demirdal’dı. Henüz 42 yaşındaydı, bujiteri mağazası işletiyordu. 17 yaşında bir kızı, mutlu yuvası vardı. Sağlıklıydı, hayatında her şey normal gidiyordu.
Öksürmeye başladı, ertesi gün de ateşlendi. Grip olabileceğini düşünüp bir gün sonra İzmir’in yolunu tuttu. Günlerden perşembeydi. İlk muayenesini Prof. Dr. Çağrı Büke yaptı. Akciğer filminde zatürre başlangıcı görüldü.
Domuz gribine bağlı olabileceği ihtimali nedeniyle yatırılıp en yoğun tedaviye alındı. Kronik rahatsızlığı olmayan, ilaç verilip evine gideceğini zanneden Demirdal şaşırmıştı, “Ben iyiyim” demiş, ama doktorun da tavsiyesine uymuştu.
Ne olduysa 24
1970’li, yokluk yılları... Kıbrıs çıkarması sırasında ambargoyla karşı karşıya kalan Türkiye’de vaziyet kötü. Yana yana dışa bağımlılıktan kurtulmanın yolları aranıyor. Sorun sadece silah değil, sağlık da büyük mesele. Misal aşı...
1800’lerin sonunda Fransız Pasteur’un hemen ardından kuduz aşısını üreten Türkler’in torunları 100 yıl sonra aşıda da yabancılara muhtaç. Bu gerçekle yüzleşmenin acısıyla kollar sıvanıyor.
1982’de Manisa Tavuk Hastalıkları Araştırma ve Aşı Üretim Enstitüsü büyük ümitlerle kuruluyor. Kümes hayvanlarının seçilmesi tesadüf değil. Bugünkü domuz gribi aşısında olduğu gibi çoğunun esas maddesi yumurta.
Öncelikle, tamamen dışa bağımlı olunan tavukçuluk sektörüne yönelik çalışmalar yapılıyor. Sonuç müthiş. Az zamanda çok şey başarılıp tam 11 aşı üretiliyor.
Sonra sıra insan sağlığına geliyor. 1995’te, o zamanlar kimsenin adını bile bilmediği kuş ve domuz griplerine yönelik aşı hazırlıklarına girişiliyor. Yine kısa sürede önemli yol alınıyor.
1997’de ise hiç beklenmeyen birşey oluyor. Enstitü, görevden almayla sarsılıyor. 11 yıldır kurumun müdürlüğünü yürüten Adnan Serpen ani bir kararla uzaklaştırılıyor.
Gerisi de çorap söküğü gibi geliyor.
Geçenlerde bir dost ortamında sohbet konusuydu: Bizi biz yapan nelerdir..? Ben de anlattım dilim döndüğünce... İşin özü şuydu:
Almanya’ya ilk gittiğimde, uçaktan adımını atar atmaz havaalanında, yoksa hala Türkiye’de miyim dedirten bir olaya tanık oldum.
Aslında bir buluşma anıydı. Usulca yaklaşan bir kişi, kendisini bekleyenin ensesine olanca hızıyla şaplak patlatıvermişti. Bu sırada yaptığı şakanın keyfinden yüzü, hınzır sırıtma halindeydi. Tokadın etkisiyle ensesi kıpkırmızı olan diğeri ise önce kızar gibi yapmış, sonra arkadaşının boynuna sarılmaktan da geri kalmamıştı.
“Bunlar bizden” derken, onlar Almanca konuşunca yanılıyor olmalıyım diye düşünmeye başladım. Çok geçmedi, bizim eşek şakası diye tabir ettiğimiz o takılmalar devam etti. Sonunda sabrı tükenen diğeri, “Aman be” deyiverince, “Tamam” dedim.
Beni şaşkına çeviren olaylar dizisi bitmek bilmedi. Metro istasyonunda beklerken, gözüme hemen bir yazı ilişti. Görmemem, görüp de gözlerimin fal taşı gibi yuvasından fırlamaması imkansızdı. Duvara küçük harflerle, belli ki çaktırmadan amma velakin itinayla yazılmıştı: Benim olacaksın...
Metro deyince, bugün de Kurban Bayramı olunca aklıma geldi. AB eğitiminde