Türkiye’nin yaşadığı otuz küsur yıllık yüksek enflasyon döneminin ürünü olan sıfırlar atıldı ve yeni banknotlar piyasaya sürüldü. Şu anda bir ABD dolarının değeri 1.50 TL dolayında. Sıfırlar atılmamış olsaydı bir dolar 1.5 milyon TL olacaktı ve paramız komik (A. Savaş Akat dostumuzun deyimiyle “dandik”) bir para olmaya devam edecekti.
Bütün bunlar iyi güzel de şimdi resmen tarihe karışmak üzere olan bu komik para sayesinde milyonları, milyarları, hatta trilyonları telaffuz etmeye alışanlar bu alışkanlıklarını kolay terk edeceğe benzemiyor. Piyango bileti satan birçok bayi “Bir kişiye 25 trilyon” diye bağırdı günlerdir. Yeni banknotların tanıtım toplantısına katılan Sayın Başbakan, gerçekleşen yatırım projelerinden söz ederken hâlâ trilyonlarla konuşuyor. Her kesimden insanlarımız gelirini ya da maaşını ifade ederken hâlâ milyonlardan, milyarlardan söz ediyor. İnsanlarımızın sıfırsız rakamlara alışması biraz zaman alacak galiba.
Erdoğan: Yeni banknotları tanıttı ama eski trilyonlardan söz etmeye devam etti.
2009 yılı tahmine sığmıyor
Ünlü ekonomist J. K. Galbraith, faiz oranlarının geleceğiyle ilgili bir tahmin yapması istendiğinde şu cevabı vermiş: “İki tür ekonomist vardır -
Ekonomi ve finans dünyasındaki gelişmeleri izleyenler açısından müthiş bir yıl olan 2008’in son günlerinde, üstelik 2009’un bizim için de çok zor bir yıl olacağı beklentisinin yaygınlaştığı bir ortamda, 1970’lerin Türkiye’sine geri dönüp Türk Sanayicileri ve İşadamları Derneği’nin (TÜSİAD) ilk on yılı üzerine birşeyler yazmayı aklımın ucundan bile geçirmemiştim. Ancak önceki gün katıldığım tarihi toplantı önceliklerimi değiştirdi, 2009’dan önce 1970’lere dönmeye zorladı beni.
Feriye Lokantası’ndaki toplantıyı, 1971 yılının ağustos ayında kurulan TÜSİAD’ın ilk Yönetim Kurulu Başkanı olan Feyyaz Berker düzenlemişti. Feyyaz Bey’in TÜSİAD’ın ilk on yılını, yani 12 Mart 1971 ile 12 Eylül 1980 askeri müdahaleleri arasındaki dönemi kitaplaştırma girişimi nedeniyle düzenlenen toplantının onur konuğu, her iki askeri müdahalede de başbakan iken koltuğundan olan Süleyman Demirel’di.
Toplantıya katılanlar ise 1970’lerden 1980’lere uzanan dönemde, Türkiye’nin iş ve siyaset hayatına damgasını vurmuş kişilerdi. Onları yıllar sonra bir arada, aynı masanın etrafında görünce tuhaf bir duyguya kapıldım, zaman içinde bir yolculuk yapmaya zorlandım sanki. Yemekte o dönemle ilgili ilginç anılar
Avrupa Birliği (AB) Komisyonu’nun Genişlemeden Sorumlu Üyesi Olli Rehn, Reuters’a yaptığı açıklamada, 2009 yılının Türkiye’nin AB üyeliği konusundaki ciddiyetinin sınanacağı bir yıl olacağını belirterek şöyle diyor:
“Kendi iç sorunlarıyla uğraştığı bir iki yıldan sonra Türkiye’nin yeni yılda vites değiştirerek, yeniden AB yolunda ciddi reformlara yöneleceğini umuyoruz... Türkiye’de daha laik ve daha dindar hayat tarzları arasında bir ikilem yaşandığını biliyorum ama Türk toplumunun bu konuda artık bir uzlaşma noktasına varması zorunludur.” (I. Herald Tribune, 22 Aralık 2008)
Olli Rehn bu açıklamayı yapmadan önce, Binnaz Toprak ve arkadaşlarının gerçekleştirdiği, “Türkiye’de Farklı Olmak (1)” araştırmasını görmüş müydü bilmiyorum ama Rehn’in saptama ve kaygılarıyla, bu araştırmanın ve tartışılma biçiminin bende yarattığı izlenim ilginç biçimde örtüşüyor.
Araştırmada nakledilen örnekler ve varılan sonuçlar, Türkiye’de yaşayan insanların, siyasi rejim tercihinin ötesinde, hayat tarzı ve temel değerler konusunda bir ortak payda yakalama noktasına yaklaşmakta olduğunu değil, tersine, bu noktadan uzaklaşma eğiliminde olduğunu gösteriyor. Raporun aydınlar ve seçkinler katındaki
Türkiye ekonomisinin içine sürüklendiği çıkmazdan, “kriz bizi teğet geçti” ya da “IMF’ye ümüğümüzü sıktırmayız” türünden laf cambazlıklarıyla çıkması olanaksız ama Başbakan Erdoğan ve ona akıl verenler ne yazık ki hâlâ durumun vahametini kavramış değil sanki. Sayın Başbakan’ın bütçe konuşmasında tekrarladığı, “Bu kriz Türkiye’nin krizi değildir, hükümeti sorumlu göstermek yanlıştır” lafı da çoğu kimseye inandırıcı gelmiyor.
AKP’nin ufku yok
İşlerin iyiye gitmediğini uzunca bir süreden beri hissetmekte olan ekonominin aktörleri, Sayın Başbakan’ın ve hükümetin artık laf üretmeyi bırakıp çözüm üretmesini bekliyor ama umduğunu bulamıyor, çünkü Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) hükümetinin ufuksuzluğu çözüm üretmesini zorlaştırıyor.
Ekonomideki çıkmazı aşabilmek için önce soruna doğru teşhis koymamız ve bazı sorulara cevap aramamız lazım. Türkiye ekonomisindeki yavaşlama ne zaman ve hangi nedenle başladı? Küresel krizin olumsuz etkileri hangi noktadan itibaren daha çok hissedilecek? Bölük - pörçük önlemlerle bu çıkmazdan çıkmak mümkün mü?
Film 2006’da koptu
ABD’yi ve dünyayı bu büyük krize kim sürükledi? ABD’nin dünyadaki itibarını kim iki paralık etti? Irak fiyaskosunu kim yarattı? Katrina kasırgası kimin zamanında büyük bir felakete dönüştü?
Bu soruların tek bir cevabı var: George W. Bush. ABD tarihinin herhalde en çapsız başkanlarından biri olan George W. Bush ülkesine ve dünyaya çok ağır faturalar ödetti ama hazretin ülkesine ve dünyaya önemli bir hizmeti de oldu galiba diye düşünmeye başladım son günlerde.
Bush bu hizmeti bilerek yapmadı. Entelektüel birikime ve akılcı analize itibar etmeyen, ülkesini ve dünyayı ilkel dürtülerle yönetmeye kalkışan, anti-entelektüel başkan tipinin son örneği G. W. Bush’un marifetleri her alanda o kadar büyük zararlara yol açtı ki, onun benimsediği yaklaşımın doğru olmadığını sonunda herkes anladı. Devasa boyutlardaki Bush fiyaskosu, entelektüel birikime önem veren siyasetçi tipinin bir örneği olan Barack Obama’nın seçimi kazanmasını ve bütün dünyada bir umut haline gelmesini kolaylaştırdı.
Obama’dan Erdoğan’a
Obama’nın entelektüel birikime önem veren yaklaşımının ne kadar başarılı olacağı belli değil ama gelinen noktada Obama ve ekibini “kurtarıcı” gibi görmek isteyenler hayli
AKP hükümetinin IMF ile pazarlık süreci hafif melodram tadında bir dizi film gibi sürerken her kafadan bir ses çıkıyor, IMF’den alınacak paradan yapılacak anlaşmanın türüne ve alınacak olan önlemlerin dehşetine ilişkin rakamlar ve söylentiler havada uçuşuyor. Neyin doğru, neyin uydurma olduğunu anlamak çok zor bu kargaşada.
Bir süre önce “IMF’ye ümüğümüzü sıktırmayız” diyen ve % 4’ün altında bir büyüme hızına razı olmayacağını vurgulayan Sayın Başbakan şimdi bir yandan IMF ile amansız bir pazarlık yapıldığını söylerken diğer yandan “kepenk indirtmeyiz” diyor ama kendisinin uzmanlık alanına girdiği anlaşılan ‘koyun pazarlığı’ sürerken ekonomi kepenk indirmeye başladı bile. Küresel kriz başından beri hafife alındığı ve iyi yönetilemediği için üretim hızla düşüyor, iç ve dış pazar daralıyor, likidite sorunu aşılamıyor ve birçok firma kepenk indirme noktasına yaklaşıyor. “Sıkı pazarlık yapıyoruz” derken ‘koyun’ susuzluktan ölmez inşallah.
Siyasetçinin ekonomi çıkmazı
TÜSİAD’ın ilk yönetim kurulu başkanı Feyyaz Berker’in, derneğin ilk on yılını değerlendiren bir derleme için benden de katkı istemesi beni geçmişe götürdü, 1980 yılında, ünlü ’24 Ocak kararları’nın alındığı günlerde,
Başbakan Erdoğan’ın Ulusa Sesleniş konuşmasında, küresel krizin tepe noktaya ulaşıp inişe geçtiğini müjdelemesi her nedense(!) dünya borsalarını coşturmadı. Piyasalar, Sayın Başbakan’ın, herhalde kendisinden başka kimsenin bilmediği verilere dayanarak verdiği bu müjdeyi satın almadı. Tersine, müjdeyi izleyen gün dünya borsalarında kara bir pazartesi daha yaşandı ve şu haberler öne çıktı:
- ABD ekonomisinin resesyonda olduğu resmiyet kazandı.
- ABD Merkez Bankası Başkanı Bernanke, finans piyasalarındaki çalkantının ne zaman biteceğini kestirmenin mümkün olmadığını, reel ekonomideki zayıflamanın ise süreceğini söyledi.
- Dünyanın dört bir yanında imalat sanayii üretiminin hızla düşmekte olduğunu gösteren veriler açıklandı. Euro alanını oluşturan 15 ülke ile İngiltere, Rusya, Çin, Güney Afrika ve ABD’de sanayideki gerileme derinleşti.
- Japonya’da otomobil satışlarında 1970’lerden beri görülmemiş oranda düşüşler kaydedildi.
- Talepteki ve üretimdeki düşüşün işsizliği hızla artıracağı belirtildi.
Türkiye’nin küresel krizi fırsata dönüştürme şansına sahip olduğunu ilk kez Başbakan Erdoğan söyledi galiba. Daha sonra, Türkiye ekonomisinin zaten yavaşlamış olan çarkları küresel krizin de etkisiyle durma noktasına gelince ve krizin Türkiye ekonomisi için ciddi bir tehdit oluşturduğu ortaya çıkınca Sayın Başbakan, şaşırtıcı bir atalet içinde krizi izlemekte olan hükümeti dışında herkesi, her kesimi suçlayan açıklamalar yapmaya başladı. Sayın Başbakan’a göre özellikle bankacılık kesiminde “krizi fırsata dönüştürmek isteyenler” vardı ve hükümet onlara fırsat tanımayacaktı.
Bu noktada şu soruları sormak gerekiyor Sayın Başbakan’a:
- Sizce krizi fırsata dönüştürmek iyi bir şey mi, kötü bir şey mi?
- Türkiye ülke olarak küresel krizi fırsata dönüştürürse “iyi” bir şey yapmış olacak, ama bankacılar ya da işadamları hükümetin yapamadığını yapıp krizi fırsata dönüştürmeye kalkarsa “kötü” bir şey mi yapmış olacak?
Krizi fırsata kim çevirir?
Bu sorular bizi çelişkili bir sonuca götürüyor. Türkiye’nin yaşanmakta olan küresel krizi fırsata dönüştürmesi çok zor, buna karşılık tek tek bireylerin, tüketicilerin, yatırımcıların, firmaların, bankaların krizi fırsata dönüştürme şansı