Kim derdi ki bir Eskimo geleneğindeki igloo’lar binlerce yıl sonra sosyalliğin güvenli hali olacak diye! Pandemi yasakları ardından ilk Amsterdam’da uygulandığını görmüştüm bu esinlenilmiş izole çadırları. Haziran itibarıyla zavallı insanoğlunun ‘salgını yendik’ hevesi maalesef ki kursağımızda kalıp ikinci dalgayla sınırlı karantina uygulamalarına geri döndük. Bu ikinci kapanmadan dönüşün psikolojik etkileri çok daha keskin ve kalıcı olacağı kesin. Sosyal mesafe, izole masalar aşı bulunsa dahi hepimizin hayatında obsesyon olacağa benziyor. Sadece bugünün değil yarının da normali olacak bu tip konseptler...
Projesi çok önceden olsa da neredeyse mekanların kapatılmasıyla aynı dönem hayata geçen Swissotel içerisindeki igloo’lar bu yeni ‘yeni normal’ için en merak ettiğim konseptti. Şehrin içerisindeki Alp havasını veren yılların Chalet’sinin bahçesine konumlandırılmış bu igloo alanlar bir Eskimo, İskandinav mimarisi de olsa İsviçre-Alman Alpleri’ndeki ambiyansı size veriyor.
Söz konusu Covid-19’sa, nispeten daha iyi bir yıl bekliyor bizi. Neticede tüm dünya yavaştan ‘aşılanmaya’ başladı. Muhtemelen biz de bu ay içerisinde bu furyaya gireceğiz. Kısa sürede her şey eskisi gibi olacak beklentisi hakim! Yeni normal bitiyor ama bizi bekleyen yeni bir ‘yeni normal’.
Financial Times’ta Emma Jacobs IK araştırmalarında kafa karıştırıcı olarak yorumlamış. Araştırmasında olumlu eğilimli, edindiğimiz iyi alışkanlıklar üzerinden bir yeni yeni normal gözlemlemiş. Aslına bakarsanız bu olumlu eğilim denilen şey, masa başı çalışanların çoğunun kalıcı ofisleri salondaki kitaplıklarının önü oldu diyebiliriz.
Zoomagedon!
Bunun olumlu etkileri olduğu kadar bi’nevi mecburi devamlılıkları da olacak. Ofis maliyetlerinden sıyrılan patronlar bu dönemde yoğun iş seyahatlerine de gerek olmadığını gördü. Yüksek uçuş sınıflı, transferli, konaklamalara gerek kalmadığı gibi seyahat edecek kişiyi zaman olarakta daha efektif kullanabileceği görüldü. Siz bir de buna şehir içindeki 2-3 saatleri bulan trafiği de ekleyince ortaya fazladan
Evlere kapanınca tekrar tartışılır oldu mutluluğun ev içindeki formülü! Konu mutluluksa eski feng-shui’cilerin felsefesini unutun.Tabii ki bunun en iyisini İskandinavlar bilecekti! Düşünsenize; üniversitelerinde mutluluk enstitüleri dahi kurup, felsefelerini tüm dünyaya kitaplaştırıp yaydılar. Ne vereyim ablama? Azla yetinenlerdenseniz Lagom, rahatlığa adapte bir mutluluk peşindeyseniz Hygge verebiliriz.
O tanımlı mutluluğun peşine ilk takılanlardan biri olup Hygge’yi çevirisini beklemeden orijinali çıkar çıkmaz edinmiştim. Farklı detaylar anlatsa da olayın hep şömineye bağlanması bekarlığa geçiş evimin durumunda sebep pek bana uymadı.
Yine de uzun yıllar süren evliliğini bitirmiş biri olarak flörtleşmedi pasımı alan küçük sohbetlerde çok işe yaradığını gördüm. 80’lerde doğmuş Türk kadının mutluluk arayışını ilk o dönem gözlemledim.
Carrie’nin izinden
Aslında bu arayışı sadece bizde değil, tüm dünyada bu şekilde evriliyor. Bu tip kitapların bestseller olmasının sebebi de bu arayışlar. Eskinin doğru partner arayışı
Son ana kadar yapılacağı umudunu verse de, malum şartlardan fiziki olarak ertelenip dijital versiyonuyla başladı Contemporary İstanbul! İki hafta önce apar topar yapılan açıklama sonrası zorlama bir iş beklentisinin altından profesyonel olarak kalktı fuarın yönetimi. Tabii ki fiziki tadı vermedi ama olabilecek en kusursuz haliyle gezginlere açıldı diyebilirim.
İlk karantina döneminde Google, arts&Culture uygulamasıyla dünyaca ünlü müzeleri ücretsiz gösterime açmıştı. Müzeleri daha önce görenler için hiçbir anı canlanmazken, henüz ziyaret etmeyenler için yüksek çözünürlüklü görsellerden farksızdı. Fuarı biraz daha heyecanlı kılan belki de isminden de sebep görmediğimiz eserleri üç boyutlu salonlarda görmek oldu.
Covid-19’un mutasyona uğrama riskiyle tekrar kendini eve kapatmaya hazır dünyada böyle bir dijital fuar beklenilenden de fazla konuşulabilir. Yabancı katılımcı galeriler de bunun farkında. Opera Gallery, dünyadaki 13 farklı merkezindeki üyelerine Contemporary İstanbul’daki
Dijitalleşen dünyada sanat ne kadar dijitalleşecek? Pandemiyle dijitaldeki hızlı dönüşüm etkisi sanata ne kadar yansıdı? Bu sürecin gözlemini tam da ilk karantinanın olduğu dönemde bu köşede, LED ekranlardaki sanat eğilimine yönelik yazmıştım. Karantinaların tüm dünyada tekrar başladığı şu günlerde şehrin boş sokakları Istanbul the Lights kapsamında aydınlanıyor. Taksim’de, Beşiktaş’ta Maçka’da, Bağdat Caddesi’nde yerli sanatçıların eserleri ilham veriyor.
Belki de sanatın biz iyileştirmesine en ihtiyaç duyduğumuz dönemde o boş karantina meydanlarından tüm dünyaya pozitif mesajlar yayılıyor. Projenin direktörü Ayça Okay ve İstanbul Plugin’in küratörü Esra Özkan’ın seçkisinde ışık ve dijital heykel enstelasyonlarının yanı sıra platform, artırılmış gerçeklik tekniğiyle üretilmiş eserler de İstanbullular’a akıllı telefonlarında deneyimleme fırsatı sunuyor.
En dikkatimi çeken Hakan Yılmaz’ın ‘The Borders’ isimli eseriydi. Son dönemlerde rengi eksik olan meydanda, en
Belki de pandemi yıpranmasından bilimsel verileri fazla magazinel yorumlar olduk. Komplo teorileriyle günümüz gerçekliğinden kopacak kadar hepimizin psikolojisi bozuldu!
Tüm ülkelerde olduğu gibi bizde de en büyük sorun ‘aşılanma’ gibi duruyor. Bu kadar komplo teorileriyle zihni kirlenmiş kitleleri aşıya ikna etmek için yeteri kadar çalışıyor muyuz? Tabii ki her yönüyle bu durumu tartışmalıyız.
Ama pandemi bu noktaya gelmişken aşıyla alakalı genel bir olumsuz tepki vermek tam anlamıyla ahmaklık!
Dünyadaki aşı karşıtlığı hiç de az değil. Gelişmiş ülkelerde zorunluluk olmasa da aşı yaptırmayan kişilerin sosyal ortamlardaki durumu, seyahat etme özgürlükleri haklı olarak kısıtlanacak. Sürü bağışıklığı fikriyle yola çıkan İngiltere, aşıyı herkesten önce uygulayan ülke olacakken, teşvik mesajlarını sağlık personeline değil; fenomenlere verdiriyor.
Görünen o ki bu durumu halka anlatırken siyasilerin, profesörlerin mesajlarından fazlasına; yazının başında belirttiğim gibi biraz ‘magazinleşmesine’ ihtiyaç var! Malum bizdeki
Bakmayın lezzet kültürünü marka yapan İtalyanlar’a! Tüm dünyaya pazarladıkları enternasyonel pizzaları dahi Kral Umberto döneminden; en fazla 150 yıl geçmişi var! Hatta her restoranda ‘geleneksel’ diye yediğiniz tramisunun geçmişinin, bizim bir fincan kahvenin hatrı kadar olduğunu muhtemelen bilmiyorsunuz. Böyle bir algıyla müthiş bir ekonomi elde edilirken, yıllık 100 milyar dolar’ın üzerinde bir ekonomisi olan kahveden biz payımıza ne kadarını alıyoruz?
Çekirdek üreticileri bu ekonominin sadece yüzde 20’sini alırken, büyük payı markalaşan ülkeler paylaşıyor. Petrol ve doğal gaz savaşı verilirken, kahveden gelebilecek ekonomiyi hiç azımsamayın.
Telve lobisi!
Kahve çekirdeğinin içime dönüştürülmesi bir yana, servis olarak ilk halidir Türk kahvesi. Sadece içimiyle değil; fincanları, sunumu kültürün parçasıdır. Padişahın özel ikramları için kahvecibaşı konukların kıdemine göre raflı fincanlarla servisi yönetirdi. İmparatorluk geçmişinden dolayı baklava ve
Bakmayın siz öyle yüksek perdeden gastronomi konuşulduğuna! Eleştirmenler de dahil 10 yıl önceye kadar ‘fine’ tabak anlayışı Cafe de Paris’nin bonfileden yorumuydu (!) 10 yılda mutfakta yapılan bu devrimin şüphesiz başrolü vizyoner, daha doğrusu çılgın şeflere ait. Onlar artık sadece Türkiye’nin değil; dünyanın da tanıdığı isimler. Bu çılgın şeflerden bahsederken Maksut’un Neolokal’inin altı yılından bahsetmeden olmaz. Ülke şartlarında bir restoranın isim ya da konsept değiştirmeden bir yıl yaşaması bile başarılıyken, bir şef restoranının duruşundan feragat etmeden altı yıl yaşaması ayrı bir başarı hikayesi. Birçok değerli şef var ama belki de yenilikçi ‘fine dine’ Türk mutfağını en uzun soluklu sürdüren şef diyebilirim. Tabii onun bu sürdürülebilir başarısında elmanın diğer yarısı, ortağı Erim Leblebicioğlu’nun katkısı azımsanamaz.
Herkesin yaptığı popüler farklı konseptler yerine Maksut’un Türk ‘Nouvelle Cuisine’ rüyasında naif ve destekçi oldu. Neolokal’in altıncı yılında