Şüphesiz ki pandeminin en kalıcı etkisi iş dünyasında oluyor. 15 yılda gerçekleşmesi beklenen dijital geçiş süreci neredeyse tamamlanmak üzere. İşveren maliyet olarak bu durumdan çok mutlu. Gerçi çalışanların dijital köleye dönüştüğüne dair bir yazı da kaleme almıştım. Peki bu dönüşümün olumlu etkisi olarak ters göç başlar mı?
Şehrin o stresli, yoğun ‘pahalı’ hayatından bıkan herkesin emeklilik hayaliydi İstanbul’u terk etmek! İş hayatının zirvesindeyken şehri terk etme planları yapanların çoğunda ya bir tükenmişlik ya da travma kararlarında etkili olurken, Post-Kovid dönemde bu tamamen farklı olacağa benziyor.
Ofissiz hayat normalleşiyor
Aslında şimdiden bu dünyanın provası yapılıyor. Yazlık yerlerde, plajdan toplantılara katılanlara eskisi gibi tatilde gözüyle bakılmıyor. Böyle bir durumda kaos içindeki bir şehirde yaşamak yerine; doğada, her şeye en taze erişimin olduğu, nispeten hesaplı bir hayatı yaşamak, emeklilik hayali olmaktan çıktı.
Mesela İtalya! Terk edilmeye yüz tutmuş, nüfusu
Sosyal medyanın zehirli etkisi pandemide daha mı arttı dersiniz? Herkesin nefret nöbetleri tuttuğu, tepkilerinin de duyarlılıklarının da aşırılıklarına rağmen ‘Trend Topic’ ömürlü oluşunun... Bir de ‘iyi ki’ciler var! Vakti zamanında belli sebeplerden ülkeden ayrılıp, olduğu yerle övünen bir güruh bu. Onlar için Türkiye’de kötü yorumlanabilecek her olay, kendi hayatlarının reklamını yapma fırsatı veriyor. Beyin göçüyle gitmiş bilim insanı ya da büyük başarılara imza atmış girişimci değil hiçbiri! Oldukları yerde mutlular mı? Hiç sanmıyorum.
Lobimiz nasıl olur?
Bu göç durumlarına tutucu bakanlardan olmadığım gibi orada başarılı olanların bize fayda sağlayacağını düşünenlerdenim. Hele ki yeni dünyanın en büyük savaşlarının lobi faaliyetleriyle yapıldığını düşünürsek! Bizden gidenler, orada ticaret yapıp, başarılı olanlar dahi oraya ait olmayı beceremiyorlar. O aktif kullandıkları her konuda fikirlerini açıkladıkları sosyal medyalarında İngilizce ya da Almanca yazı göremezsiniz. Nedense
Kıyafetiyle birisini değerlendirmek örf ve adetlerimize göre ayıp kaçar, birçok deyimle de öğütlenir. Yine de birçok kıyafet kodu, marka seçimi hatta sosyal hayattaki aktiviteleri bile karşınızdaki kişi hakkında size bazı ipuçları verir.
Özellikle yeni kuşak girişimcilerin giyim tarzıyla bizdeki vurguncu girişimciler arasındaki moda farkı dikkatinizi çekmiştir. Steve Jobs’un başlattığı, Mark Zuckerberg gibi isimlerde daha belirgin olan basit giyinmenin sebebi olarak da “Ne giyeceğim?” diye düşünülecek vakit kaybından kurtulmak olarak gösteriliyor. Basit bir ‘sneaker’ hatta terlik; üstüne de hep aynı renk olan sade bir tişört, Silikon Vadisi’nin milyar dolarlık girişimlerini kuranların ve yöneten profesyonellerin tercihi...
Yelekli girişimciler
Bizdeki girişimcilerden buna benzer modelde sadeler de, kendine has tarzı olanlar da mevcut. Peki ya vurguncu girişimciler? 30’lu yaşlara gelmemiş ya da henüz başında olan bu tiplerin hepsini yelek giymesi şaşırtıcı bir tesadüf değil mi? Mutlaka gömlek üstünde takım
Simon Kuper’in ‘Futbol Asla Futbol Değildir’ kitabının üzerinden 26 yıl geçti. O yıllardaki öngörüler masumca forma satışları, tribündeki lüks locaların satışı üzerinden değerlenen ekonomiydi. Kim derdi ki bir gün bu ekonomi Avrupa Birliği’ni Brexit’ten daha fazla bölecek...
Kapitalizmin popüler olan her şeyi yutması var işin aslında. J.P. Morgan’ın başı çektiği Amerikan sermayesinin dünyanın en fazla izlenen sporunu ele geçirmesini hatta AB’ye güç göstermesi var. Futbolun masumiyetinin kalmadığı, sahadaki sporcuların Roma İmparatorluğu’ndaki Gladyatörler gibi görülmesi yeni bir konu değil. Bu oluşuma en sert tepki veren FIFA’nın, UEFA’nın leş düzeni, rüşvetlerde gölgede 40 derece olan ülkelere turnuvalar taşımaları bugünü hazırladı. Doymayan sistem Avrupa Ligi’yle doyacak mı dersiniz?
Hiç sanmıyorum!
En iyi takımlar mı, en zenginler mi?
Buradaki ayrılığı hazırlayanlar dünyanın en büyük kulüpleri olarak da görebilirsiniz. Ama detaylı bakarsanız,
Eskilerin tabiriyle, “Nereden çıktı bu NFT denen meret?”. Çok değil; iki ay önce dijital sanat akımının son güncellemesi olarak girdi hayatımıza... Daha ne olduğunu anlamadan tweet’lerini, sözlerini hatta kahkahasını dahi kodlayıp, satanı gördük. NFT teknolojisi geleceğimizde ne kadar yer tutacak! Kısa bir trendden mi ibaret olacak, yoksa her adımımızın satılabilir bir ürüne dönüşeceği yeni geleceğin ilk adımı mı?
Sığ bilgilerimi bu mecrada birçok eserini dönüştürüp satmış, dünyaca ünlü medya sanatçısı Hakan Yılmaz’la pekiştirdim. Hakan’ın da dediği gibi NFT’ye dijital sanat penceresinden bakmak büyük bir yanılgı. Hatta hiç alakasının olmadığını da söylüyor.
Aslında bu işin başlangıç noktası 2017’lere, ‘Gaming’ dünyasına dayanıyor. Oyunlarda insanlar birtakım karakterler geliştiriyor. Onların kullandığı aparatlar geliştirildikçe, özel koleksiyonerler ortaya çıkıyor. Bu kişilerin dolandırılmaması ve satın aldıkları ‘Non-Fongible’, yani tekil olması
Uçaktan indiğiniz anda portakal çiçeği kokusunu hemen alırsınız nisanda Adana’da... Şehre yaklaştıkça o harika koku, ızgara bacalarından çıkan kebap dumanıyla karışır; hemen acıktırır sizi. Mütemadiyen yemek yeme isteği uyandıran bir şehir Adana. San Sebastian, Lyon gastronomiye yön versede, 7/24 yemek deneyiminden bahsediyorsak belki de Adana dünyada rakipsiz...
Tabii nisanda bambaşka oluyor şehir. Sıcaklığın dengeli oluşu, baharın enerjisi, portakal çiçeklerin patlamasıyla yayılan koku, bu ayı farklı yapıyor Adana’da... Dokuz yıl önce Ali Haydar Bozkurt önderliğinde nisanın karnavala dönme kutlaması global takvimlere girecek kadar büyüdü. Pandemi sebebiyle bu yıl online yapıldı. Pandeminin etkileriyle tabii ki eski ruhu yoktu. Sokaklarda portakal çiçeği taçlı hanımlar, turuncu giymiş beyler; her sokakta eğlencenin, kutlama bu karnavalda kendi has bir Rio havası yaşatıyordu. O bahsettiğim ruh eksik olsada şehrin enerjisi size meditasyon etkisi yapıyor.
Güney Amerika ve Uzak Doğu’dan ilgi
Karnavalın fikir babası Ali Haydar Bozkurt’a diğer
Rakamlardan işin gidişi belliydi. Kimseye sürpriz olmadı bu kapatma kararları. Peki bu son kapanış mı? Hiç sanmıyorum... Maalesef ki dünya aşılama konusunda beklenen hızda ilerlemiyor.
‘Aç-kapa’ kararlarına da maske takmak gibi alışacağız. Turizm sezonu öncesi vakaları belli bir seviyede kontrol altına almamız hem sosyallik hem de ekonomik açıdan kritik.
En büyük rakibimiz Yunanistan, şimdilik bu süreci en iyi yöneten ülkeler arasında. Bu sebepten aşı pasaportu konusunda da AB’ye diretiyor. Sadece biz değil; İspanya ve İtalya’ya göre de kendilerini avantajlı görüyorlar.
Hiçbir şey kalıcı değil
Maalesef ki Asya’daki katı rejimler dışında sürekli bir başarıya ulaşmış ülke yok. O ilk karantina aylarındaki balkonlara çıkıp, şarkılar söyleyecek romantik ‘kapanma’ motivasyonları yok olmuş durumda. En obsesif önlem alan tipler dahi mekanlarda iç içe oturuyor. Bu durum sadece bize özel değil. O sebepten iyiye ve kötüye giden tablolar her ay yer değiştiriyor. İki ay önce tüm uçuşlara kapanan
Çocuk işçiliğin tanımı mı değişiyor? Yoksulluk içerisinde çalışmak zorunda kalan hikayelere odaklanırken, evlere hapsolmuş yeni bir işçi sınıfı mı yetişiyor? Ne iş mi yapıyorlar? Hepsi yeni nesil dijital içerik üreticiler. Tanımlanan çocuk işçiler gibi yoksulluktan değil, sosyal medyayla gelen kapitalizmin peşinden gelen internet üzerinden oyunlarını bir işe dönüştüren çocuklar. Aslına bakarsanız bu sınıfın yaptığı etkinlikler ‘günümüz’ çocuğuyla birleştiriliyor. Aileler buna engel olmakla, teşvik etmek arasında farklı reaksiyonlar gösteriyorlar. Düşünsenize; koşmayı, salıncakta sallanmayı, yaşıtlarıyla oyun gruplarında olmaktan geri kalıyor, çocukluğunu tam anlamıyla yaşayamıyorlar. Gün geçtikçe canlı iletişimle oluşturulan basit çocukluk neşelerini de kaybediyor. Aileler için bir diğer endişe verici durumsa işin dijital gelecek tarafı. Gelecekteki zorlu rekabet ortamında bu dijital aletlerle kazandığı becerilerden mahrum olunması istenmiyor. Bunun zararlarının farkında oldukları kadar bir şekilde