Neredeyse 10 gün oldu sosyalliğin final saatinin 22.00 olmasının... Mekancıların tepkileri yüksek! Aslına bakarsanız haklı tarafları da oldukça fazla. Peki kendileri yeni normale yeterli dönüşümü sağladı mı?
Geniş çaplı aşı araştırmalarının olumlu sonuçlandığı haberi bile bu kışın kara geçeceğini engelleyecek gibi durmuyor. Dünya yavaş yavaş kapanmaya hazırlanıyor. Ama bu kapanma Türkiye’nin virüsün ilk döneminde uygulayıp, başarılı olduğu ‘kısmi’ olacağa benziyor. Saatlerin kısıtlanasının belli bir yığılma ya da işletme zararlarına sebep olacağı bir gerçek. Peki yıllardır eğitilemeyen müşteri yeni normal fırsatıyla eğitilemez mi? Dünyadaki her iyi restoran gibi müşteri seans rezervasyon sistemine mecbur tutulamaz mı?
Covid-19 obsesifleri umursamazlardan korkuyor!
Yeni normalin kalıcı etkilerinden biri de ‘Türk tipi sosyalliğin’ tarih olacağı. Basık tavan, sıkış tıkış mekanlarda, eski Şamdan-vari ambiyansların salgın geçtikten sonra dahi var olması imkansız. ‘Bir şey olmazcı’ müşteriler olduğu kadar, Covid-19’un
Sen istediğin kadar dikkat et kendine; sahtekâr bir müteahhitin eksik kullandığı malzemeden, sorumsuz insanların bulaştırdığı hastalıklardan, şehir magandalarından seken bir kurşunla ya da kuralsız bir canavarın kullandığı araç vasıtasıyla ölebiliyorsunuz. “İyi ki sosyal medya var artık sesimiz çıkıyor, bunlar gizli kalmıyor” diyenlerden misiniz? Fazla iyimsersiniz... Acılarımızı yaşadığımız, yaralarımızı sardığımız hepimizi bir yapan tüm özelliklerin her gün içi boşaltılmıyor mu? Depremin, selin, ölünün, dirinin arkasından hepimizin atacak bir tweet’inin olması ne hoş değil mi? Peki ya atmıyorsanız? Atmadığınız tweet’ten de sorumlu olduğunuz bir dünyadasınız.
Klavyeli aktivistler
Dünyanın her yerinde yığınla sorunun, açgözlülüğün yaşanmasından haberimiz var. Bu adaletsizliğe ses çıkaran Greta gibi seçilmiş kahramanlarımız da (!) duyarlarımızın bile belli konular üzerinden tetiklendiği, evlerin içerisindeki klavyeli aktivistler olduk hepimiz! Duyarsızlığa dikkat çekerken ‘like’ toplama üzerine cümleler
Hep turizmdeki olumsuz etkilerden konuşacak değiliz ya; baya sezonu uzatan bir fırsata da dönüştü bu pandemi... Kasımın kapısına dayandığımız şu günlerde bile sezonun tam gaz olmasa da devam etmesinin etkisi belki de alışkanlığa dönüşecek. Hele ki denizcilerin mabedi Göcek’te! Sanırım tarihinin en yoğun yazını yaşadı Göcek kıyıları. Geleneksel Rixos Saling Cup da pandemiye rağmen, beşinci yılında katılım rekoru kırdı.
Pandemiye rağmen rekor
Tabii bir spor organizasyonunun rekor kırması şu şartlarda size yanlış algı gelebilir. Ama yelken tam da pandemi dönemi rahatlıkla yapılacak sporların başında... Dünyada da hiçbir yelken turnuvasının iptal edilmemesi de bu sebepten. Neticede aynı teknede yarışan takım üyeleri, açık havada birbirlerine temas etmeden mücadele veriyor.
Rixos Sailing Cup’a geçtiğimiz sene katılan 34 tekne arasında 10 yabancı varken, bu yıl 39’a yükselen sayıda 17 yabancı yelken katıldı. Rusya, Ukrayna, Almanya’dan gelen yelkenlere, bu yıl İngiltere ve Hırvatistan da katıldı.
Alaçatı ve Türkbükü gibi sezonluk mekanlar olmaması da bu
Seyahat etme hissini kaybeden bir dünya! En azından uzunca bir süre erteleyen diyelim... Ülkeler arası bir yerlere gitmenin zor olduğu; çoğunda döndükten sonra özgürlüğünüzü 14 gün gibi sürelerce feda ettiğiniz yeni bir dönem. Muhtemelen bu salgınla uygulanan yasaklar uzunca bir süre daha seyahatlere kısıtlama getirecek. Bu kısıtlamalar seyahat etme özlemini daha da körüklüyor. Ama bu özlem yeni yerleri keşfetmeyi değil; o klasik şehirlere olacağa benziyor. Tüm dünyanın tekrar Paris’i konuşmasından belli değil mi?
Aslında bu özlemi körükleyen vasat altı romantik bir dizi. Ama Paris dizide öyle bir konumlanıyor ki; Cafe de Flores’tan Ralph’s’e oradan Avenue Montaigne’i adeta örtülü reklam gibi izleyenin beynine işliyor. Genelde bu tip işleri beyazperdede Woody Allen gözümüze soka soka yapardı. İstanbul gibi tarihi, hikayesi kuvvetli bir şehirle ilgili hâlâ içe sinecek bir yapım olmaması üzücü değil mi?
Tarih, ihtişam, mimari ve manzara... İçerisinden
Basit tek renk tişört, mütevazı bir otomobil sosyal sorumluluğa adanmış bir aile hayatı! 70 milyar dolar’lık kişisel servetine rağmen tam bir rol model değil mi? Mark Zuckerberg için methiyeler düzülmüş milyarlarca makale bulmak mümkün. Peki girişimleri neden yansıttığı kimliğinin aksine kapitalizmin en büyük enstrümanları. Bu adam her gün aynı tişörtü giyiyor ama onun uygulamalarını kullanan sıradan insanlar bile üst üste aynı tişörtle post eklemiyor! Sosyal medya tüm alışkanlıklarımız değiştirirken tüketim algımızı da farklı bir boyuta taşıdı.
Çoğumuz birer bağımlıyız ve bunun farkında değiliz! Tek düze zevkleri olan post uğruna farklı ana parçalarla süslediğimiz bir ürünüz aslında. Siz sanmayın ki bu sadece binlerce takipçisi olan influencerlar’ın... Sade bir ev hanımı da, orta sınıf bir girişimci de kendini Instagram’dan tanımlıyor. Moda dünyası bu tükenişin farkında olduğu için lüksün değişen tanısına ayak uydurmayı reddediyor. Yeni dönemin deneyimsel lüks görgüsünden
Bir insan neden mi vegan olur? Eğer Türk tipi veganlıktan bahsediyorsak, durumu sadece hayvanseverlik ya da beslenme üzerinden açıklayamazsınız. Bizdeki çoğu konu gibi ‘ortamlarda aktivist görünme’ enstrümanıdır. İncelemelerde ‘hayvansal gıdaların insanları agresifleştirdiği’ yazar ama Türk veganlar yogaya bulaşmadıkları her an patlamaya hazır bombadır. Araştırmalar mı yalan söylüyor yoksa bu bitkisel beslenme bizim Türk kodlarımıza mı ters geliyor?
Doğrusu bizde ‘vegan olma’, bir çeşit ‘elitist harekettir’. Zaten çoğu da vegan değil; vejetaryen... Balıkçıda efkârlanan bir tipse de peske-taryen! Vegan detaycılığından ziyade vejetaryen biri etçil birine göre çok daha hesaplı beslenebiliyor. Fakat hiç yoksul birinin vejetaryen olduğuna rastlamadım!
Veganlıktan vejetaryenliğe geçenlerin hikayesi hep aynıdır: “Türkiye’de istediğim kadar çeşit olmayınca, hayvansal gıdalara mecburum” diyor post-vejeteryanlar. Çoğu tekdüze bakış açılı, cahil sığlığında birini
Yaklaşık beş yıl önce Kapadokya’da tanışmıştım Fatih Tutak’la... Alevlerin başında kuzuyu çevirirken dostum Ebru Erke bana kendisinin Bangkok’ta yaptıklarını anlatıyordu. Kolay değil; büyümediği zorlu bir coğrafyada çalıştığı restoran ‘The House of Sathorn’u 50 Best Asia’da dereceye sokmuştu. Konuk olduğu Kapadokya’daki mutfakta yediğimiz ‘Egg Bottarga’nın lezzeti kadar, çocukluğunda dedesiyle yaşadığı hikayeden ilham almasından da çok etkilenmiştim. Daha sonra dostluk gelişti aramızda.
Türkiye’ye dönüş kararı aldığında da en çok eleştirenlerin başında ben vardım. Bizdeki restoran kültürü, müşteri görgüsüyle asla barışamayacağını düşünüp vazgeçirmeye çalışsam da bir de komşum oldu. Neredeyse bir yıl doğru ürünün peşinden tüm Anadolu’yu karış karış gezdiğini en yakınından gözlemledim. Personel görüşmelerini bire bir yaparken, marjinal, aykırı kimileri için de uyumsuz tiplere özel ilgi gösteriyordu. Belki de şehrin en farklı yetenekte salon
Micheal Jackson, Madonna... Tüm dünyada ortak bir görüş ‘ikon çağının’ sonunun geldiği. Eskinin o ulaşılmaz yıldızları, yeni dünyada fotoğrafına yorum yapabildiğimiz tipler olduğundan bu yana eski parıltıları yok. Peki ne oluyor da bu ikon çağı K-Pop’la minikleri etkisi altına alıyor? Tek tip sevimli bu çocuklar uzmanların gördüğü gibi büyük bir tehlike mi? Yoksa eğlence sektörünün karar vericisi Amerika’nın dominasyonunu kaybetmesi mi?
Aslına bakarsanız 90’ların sonunun Baharat Kızlar’ı ve Backstreet Boys’undan pek bir farkı yok bu Koreli gençlerin. Yapım şirketleri tarafından bir araya getirilen minimum beş üyeli bu gruplarda herkesin farklı özellikleri yansıtılıyor. Taklit edilebilen senkronize dans figürleri, basit melodileri ve kliplerdeki masumiyet kurgusu, 13-19 yaş grubunu hedef alıyor. Bizim ülkede dahi çok ciddi anlamda bir fanatik kitlesine sahip!
Yedi kişilik evlerde proje hayatlar
Ergen yaş gruplarının psikolojisine zarar görülen en büyük husus, bu grup üyeleri arasında sıklıkla