Bu hafta İsrail-Hamas ilişkileri açısından önemli bir gelişme oldu. Beş yıl önce Gazze’ye yapılan bir operasyonda, Hamas tarafından rehin alınan ve yıllardır birçok siyasi pazarlığın konusu olan, Gilad Şalid adlı askerin, binden fazla Filistinli tutuklu karşılığında serbest bırakılmasına karar verildi. Türkiye basınında kısıtlı olarak yer alan bu çok önemli gelişme, işin içine Türkiye’nin ‘arabuluculuk zaferi’ yorumu katılarak verildi.
Oysa, Türkiye’nin Ortadoğu siyasetinde artan rolünü abartmak veya cilalamanın bize fazla faydası yok, tam aksine çevremizde olan biteni doğru dürüst değerlendirmemizi engelliyor.
Arap baharı dengeleri değiştirdi
Şöyle ki, İsrail’in bir süre önce, üstelik iki ülke arasında ilişkiler kötü iken, Türkiye’nin bu konuda inisiyatif almasını istediği doğru, ama bu talep de fazlasıyla ince yoruma muhtaç bir olaydı. Sonrasında Arap baharı, bölgedeki tüm dengeleri büyük ölçüde değiştirdi. Aslında bahar öncesinde yapılan Hamas ve El-Fetih görüşmelerinde de, Mısır öne çıkmıştı. Arap baharı sonrasında, Mısır’ın rolü daha da arttı ve bu durumdan Batı dünyası da, bölgedeki Batı müttefiki ülkeler de fazlasıyla memnun görünüyor. Şalid anlaşması,
Ancak tehlikeli bir hayata göğüs gerebilecek insanlar demokrasiye sevgi duyabilirler. Kaç babayiğit vardır buna dayanacak? Çağımızda hüküm süren ‘insécurité’nin kaynağı burada. Meçhul ve sayısız tehlikelere göğüs germektense tek tehlikeyi kabullenmek daha akıllıca. Çocuk da böyle yapar. Körü körüne bir kişinin emirlerine boyun eğer. Anne veya onun yerini tutan bir başkası. Yeter ki bu hami onu bütün taarruzlardan koruyabilsin. Bir otorite lehine (anne, hoca, diktatör) hürriyetimizden feragat etmenin kökü böyle bir anlaşmaya dayanır. (Cemil Meriç, Jurnal I (1963) İletişim 1992, s.196)
Dönüp dolaşıp geldiğimiz nokta hep burası; demokrasi lafı eden çok ama tehlikesine dayanacak kaç babayiğit olduğu meselesi var ve iş nihayetinde bir hami bulma arayışı, bazen doğrudan, çoğunlukla dolaylı yoldan ‘bir haminin lehine hürriyetlerimizden feragat etme’ seçimine dayanıyor. Son zamanlarda, her vesile ile Cemil Meriç’in bu sözlerini ve ‘özgürlük ve otorite’ ikilemine ilişkin söylenmiş benzer parlak ifadeleri hatırlıyorum.
Seçimin otorite lehine yapıldığı bir toplumda, bu süreç içinde nasıl ‘demokratik Anayasa’ yazılabilir? Temel mesele budur. Gerisi herkesin hem birbirini, hem kendini
Türkiye ve İran arasındaki ilişkilerin Ortadoğu’da yeni denge arayışları çerçevesinde zora girmeden devam etmesi imkânsızdı. Zira, Soğuk Savaş dönemi sonrasında Ortadoğu’da kapışma hattı, Batı ve bölgesel müttefiklerine karşı, İran ve bölgesel müttefikleri şeklinde kurulmuştu. Irak işgali sonrasında Irak’ta güçler dengesi zaman zaman Türkiye ve İran’ı karşı karşıya getirdi. İran krizi Lübnan’da yoğunlaştığı dönemlerde de ilişkiler zora girdi. Refik Hariri suikastı ardından, Türkiye Suriye-Hizbullah (ve dolayısıyla İran) eksenine karşı, Sinyora hükümeti, yani Batı ve başta Suudi Arabistan olmak üzere Batı müttefikleri hattında tutum aldı.
Arabuluculuk hayali
2006 İsrail-Lübnan savaşından sonra, ABD merkezli Batı politikları yön değiştirdi ve bu çerçevede diplomatik ilişki yoluyla, Suriye’nin İran hattından koparılması politikası tercih edilir oldu. Suriye-Türkiye yakınlaşması asıl bu dönemde yoğunlaştı. Bu dönem Türkiye, Suriye ilişkilerini İran ile çatışmayacak bir dengede yürütme imkânı buldu. Dahası Türkiye Batı sistemi ile İran arasında arabuluculuk yapma ‘hayali’ne kapıldı. Sonuç vermeyecek bir hayal olduğu için bu konuda bir ilerleme sağlanamadı.
‘Arap baharı’ ile
Kürt mesesinin çözümü ve toplumsal barış yönünde umutlarımızın bunca karardığı şu günlerde, umutlarımızı yeşerten şeyler de oluyor, bunları vurgulamak ve çoğaltmak durumundayız. Bugünkü yazımda, bu yönde bir gelişme olarak, Kürt meselesine bakışta serinkanlı ve demokratik çıkışlar olarak görebileceğimiz bazı yazıları dikkatinize sunmayı düşünüyordum. Bunu yapmayı düşündüğüm anda, Taraf gazetesinde Murat Karayılan’ın Ahmet Altan’a yazdığı mektubun yayımlanması beni fazladan umutlandırdı.
Cengiz Çandar’ın TESEV için kaleme aldığı rapor, öncesi ve ardından yazdığı birçok yazısı meseleyi anlamak ve kör dövüş stratejisinden çıkış açısından önemliydi. Son olarak Hasan Cemal’in ‘Barış’a Emanet Olun’ kitabı ve bu kitap üzerine Taraf’ta yaptığı uzun röportaj (3 Ekim) aynı şekilde önemliydi. Bu arada, iktidarın ezme-bitirme politikaları ve bu yönde ritim tutan medya tavrına karşı Yıldırım Türker’in kendi gazetesinin manşetine yüksek sesle karşı çıkması (2 Ekim) önemli bir çıkış olarak, gazetesinin diğer yazarları (Koray Çalışkan, Ahmet İnsel, Özgür Mumcu) tarafından desteklendi. Roni Margulies’in ‘Silahlı savaş ve manşet savaşları’ başlıklı yazısı (Taraf, 5 Ekim) aynı konuda en güçlü
Bir süredir, eş dost, ‘sürekli Kürt meselesi yazıyorsun, bu tehlikeli konudan mümkün mertebe uzak dur’ şeklinde samimi uyarılar yapıyor. Eksik olmasınlar beni düşünüyorlar ama geldiğimiz noktaya bakar mısınız? Kürt sorununu yazmayıp ne yapacağız? Kürt sorunu, sadece Kürtlerin değil, bu ülkede yaşayan herkesin en yakıcı sorunu haline gelmedi mi?
Hal böyle iken, bu konuyu özgürce tartışmaya çalışmak bile insanı ‘zanlı’ konumuna sokabiliyor. Bu ülkenin bazı gazetecileri farklı düşünceleri tartışmak yerine, diğerlerini ihbar edecek ifadeler kullanabiliyor. Bir kez bu yol açılınca da gerisi geliyor, hoşa gitmeyecek şey söyleyen ‘PKK ağzı ile konuşmak’ ile itham edilebiliyor, belli ki, ‘Hiçbir genetik ve ideolojik bağı bulunmamak’ fazladan bir şüphe nedeni, o da ‘uluslararası komplonun parçası olmak’la izah edilebiliyor. Hem, ‘ideolojik’ neyse de, ‘genetik’ bağ ne demek? Kürt ırkına mensup olmayanların bu meseleye farklı bakmasının fazladan kuşku uyandırdığı bir ülkede neler oluyor diye sormak lazım. Hasan Cemal’in Kürt siyasal davası ile ideolojik ve ‘genetik’ bir bağı yok, ama fevkalade ezber bozucu şeyler söylüyor, bu onun uluslararası komploların bir unsuru olduğunu mu
Slovenyalı ünlü post-Marksist filozof Slavoj Zizek, geçtiğimiz hafta sonu Radikal gazetesine uzun bir röportaj vermiş, dünya ahvalini değerlendirmiş. Gazete, röportajın ikinci bölümünü ‘Avrupa’nın geleceği, Osmanlı gibi olmalı’ manşeti ile verdi. Ünlü ve özellikle ‘sol’ çevrelerin popüler ikonu haline gelmiş bir düşünürün Osmanlı’ya dair olumlu yaklaşımının bu ülkede heyecanla karşılanması anlaşılır bir şey. Osmanlı hayali hiç bitmeyen muhafazakâr çevrelerin, Zizek’in söylediklerinden çok hoşnut olması da anlaşılır.
‘Yeni oryantalizm’ hali
Sorun, Zizek’in Osmanlı hakkında pek bir şey bilmemesi. Tıpkı Tahrir olayı ardından yazdığı yazıda (The Guardian, 11 Şubat 2011) olduğu gibi, Zizek hakkında fikir yürüttüğü olaylar özellikle de Doğu ülkelerinde geçiyorsa fazla titizlenme gereği duymuyor. Bu Batı merkezli dünya görüşlerine karşı çıkan ünlü ‘muhalifler’ arasında giderek popülerleşen bir tutum ve bu tutum hiç de masum değil. Zira, Batılı düşünürlerin hakkında fazla bir şey bilmedikleri toplumlar ve onların tarihine dair büyük laflar etme merakı, bir tür ‘yeni Oryantalizm’ halini almış vaziyette. Şöyle ki, bu ‘büyük beyinler’ Batı hakkında değerlendirme yaparken ciddi bir
Alper Görmüş, cuma günü ‘Neden Tahrir olmadı da terör oldu’ başlığı ile Kürt meselesinin geldiği nokta ile Mısır’da olanları karşılaştırmış. Aynı gün benimle yapılan bir röportajda da benzer bir soru ile karşılaştım. Bu soruya samimiyetle cevap arıyor veya fikir yürütmeye çalışıyorsak, bu sorunun cevabını gelin birlikte bulmaya çalışalım.
Ancak bu soruya cevap vermek için önce, Görmüş’ün, ‘Mısır’daki direnişin özgün pratiği’ dediği, Tahrir’de ne olduğu konusunu hakkıyla tartışmak gerekir. Halihazırda, genel olarak Arap baharı ve özel olarak Mısır örneği tüm parametreleri ile değerlendirilmesi çok kolay olmayan ve devam eden süreçler. Ben bu konuda epeyce yazdım, aynı şeyleri tekrar etmek istemiyorum. Ancak, olay ne yaygın biçimde algılandığı gibi ‘şanlı bir direniş’ ne de, eleştirel bakma çabasındaki çevrelerin kolayca mahkûm ettiği gibi ‘emperyalizmin yeni oyunu, ABD’nin perde arkasından yönettiği bir kurgu’ olarak anlaşılabilir.
Diktatörlük olmuşlardı
Mısır ve diğer bölge ülkelerindeki rejimler uzunca bir süredir, toplumsal meşruiyetlerini tümüyle yitirmiş otoriter rejimler, daha doğrusu kişisel diktatörlükler halini almıştı. Tam da bu nedenle, içinde bulundukları
Siyasi tartışmalar, sadece siyasetçiler arasında yapılmaz, aydınlar, medya yolu ile görüş bildirenler ve köşe yazarları arasında yapılır, yapılıyor. Ama nedense, köşeler arası iletişim, daha ziyade, ya benzer görüşte olanların birbirine gönderme yapması ya da çoğu saldırgan polemikler şeklinde cereyan ediyor. O kadar ki, farklı görüşten yazarların birbirinin yazısına olumlu gönderme yapması, eski tabirle ‘cemile’ (güzellik), yani jest yapmak olarak görülüyor. Oysa, derdimiz daha demokratik ve özgürlükçü bir ülke inşa etmek ise, benzer görüşler kadar farklı görüşler arası mutabakat noktaları yakaladığımızda bunu vurgulamamız gerekiyor.
Demokrasi birlikte kurulur
Zira, daha fazla demokrasiyi ancak birlikte kurabiliriz. Ben elimden geldiğince bunu yapmaya çalıştığım için, sıklıkla başka yazılara, yazarlara gönderme yapmaya önem veriyorum.
Muhafazakâr kesime yakın liberaller ile derin düşünce farklılığım var, tam da bu nedenle, bu çevreden daha fazla demokrasi vurgusu yapan yazıları özellikle önemsiyorum. Zaman gazetesinde, İhsan Dağı’nın 23 Eylül (‘Çılgın Türkler’ dönüyor mu?) ve 27 Eylül (Hazırsanız Savaşa Yürüyün!) başlıklı yazılarını bu çerçevede dikkatinize sunmak