Salı günü, Dersim vesilesi ile ‘tarih’le yüzleşmenin bugünü değerlendirmek açısından önemi üzerinde yazmaya çalıştım ve bu konuya devam etmek istediğimi söyledim. Amacım, ‘Kemalizm’le veya CHP çizgisi ile hesaplaşmak için yola çıkanların önünü kesip, ‘asıl muhafazakâr sağ geleneğin geçmişine bakın’ demek değildi. Tam tersine, ‘toplumsal barış ve demokrasiyi öne çıkaracak bir gelecek inşa etmek istiyorsak, topyekün bir yüzleşmeyi göze almalıyız’ diyorum.
Cumhuriyetçi otoriter siyaset geleneğinin yanı sıra, ona karşı tepki olarak gelişen muhafazakâr-sağ siyaset çizgisinin de farklı bir otoriter gelenek oluşturduğunu ve bu iki otoriter geleneğin ikisi ile birlikte yüzleşmek gerektiğini düşünüyorum. Dersim katliamı konusunda, sağ-muhafazakâr geleneğin Fevzi Çakmak’ın isminin üstünü örtme gayretini bu neden ile örnek olarak gösterdim. Diğer birçok konuda olduğu gibi, Kürt meselesi açısından da, her iki siyasal geleneğin otoriter anlayışının diğerini aratmayacak nitelikte olduğunu hatırlatmaya çalışıyorum. Tarihle yüzleşip, otoriter siyaset anlayışı ile hesaplaşacak isek, bunu doğru dürüst yapalım diyorum.
‘Medenileştirme’ süreci
Cumhuriyet’in kuruluş döneminde ve sonrasında
CHP Tunceli Milletvekili Hüseyin Aygün’ün Dersim katliamı üzerine söylediklerinin partisi tarafından şiddetli bir tepki ile karşılanması, CHP’nin, dünü ve bugünü kavrama açısından ne kadar vahim bir noktada olduğunu bir kez daha gözler önüne serdi. Diğer taraftan, iktidar partisinin bu olayı CHP’ye yüklenmek için iyi bir vesile olarak kullanması bir noktaya kadar anlaşılabilir. Zira, tarihle yüzleşmek, biraz böyle bir şeydir, yüzleşmeye siyasi gelişmeler ve çekişmeler vesile olur. Ben, ‘olayı tarafsız tarihçilere ve bilim adamlarına bırakalım’ görüşünde olanlardan değilim. Tarihi meseleler, aynı zamanda ‘siyasi’ ve bu anlamda ‘güncel’ meselelerdir ve tarihle yüzleşmeyi siyasetten bağımsız bir alan olarak tanımlamak doğru bir tavır değildir. Ama tabii ki, siyasi çekişme adına tarihsel olayları çarpıtmaktan söz etmiyorum, bu noktada objektif tarihçiliğin devreye girmesini bekleriz.
Sadece CHP?meselesi değil
Türkiye’de sorun, siyasi gelişme ve çekişmelerin tarih ile yüzleşmenin vesilesi olması değil. Siyasi çekişmenin, tarihle yüzleşmemenin vesilesi haline gelmesi ve tarihin siyasi çekişmenin sığ bir alanı haline dönüşmesi. Oysa, her şeyden önce, Dersim olayı, sadece ‘bir
16 Mayıs’ta, Türkiye’nin Suriye’ye müdahalesi ihtimaline karşı ‘Kimse Fikrini Bozmasın’ başlıklı bir yazı yazmıştım. Artık belli ki, herkes fikrini bozmuş! Türkiye Suriye ‘bataklığı’na doğru koşar adımlarla ilerliyor. Bu gidişin iç ve dış politikaya ilişkin türlü nedeni var. İşin bu kısmını anlamak zor değil, ama kimse kalkıp bu gidişi ilkesel nedenlere dayandırmaya, bu şekilde meşrulaştırmaya kalkmasın, ayıp oluyor.
Türkiye baştan tereddütlüydü
Her şeyden önce, Türkiye ve Suriye’nin arasının açılması, öncelikle bölgesel politik kriz ve dengelere ilişkin bir durum. Türkiye-Suriye dostluğunun ilerlemesi de aslında bu dengelerin açtığı alanda mümkün olmuştu. Başta ABD, Batı dünyası, Suriye’ye ilişkin yıpratma politikasından diplomatik müzakere politikasına döndüğünde, Türkiye-Suriye yakınlaşması pekişmişti. Gün oldu, kervan döndü, Suriye’ye karşı yeniden ‘rejim değişikliği’ politikasına geçildi. Türkiye bu noktada baştan tereddütlü davrandı ancak, Batı ittifak dünyasının bir parçası olarak nihayetinde bu siyaset çizgisine uygun davranmak durumunda kaldı. Bu kez uygun davranmanın gereği, ‘başı çekmek’ şeklinde tezahür ediyor. Zira, Batı dünyası olaya emperyalist Batı
Ahmet Altan (Taraf), 15 Kasım tarihli ve ‘Eleştiri’ başlıklı yazısında, çok önemli ve izaha muhtaç bir konuya değinmiş. Aralarında benim de bulunduğum bazı yazarların, mevcut koşullarda Kürt siyasal hareketini eleştirmekten imtina etmesinin, ne derece haklı, objektif ve ahlaki olduğunu sorgulamış. Bizlere çok ciddi eleştirel sorular sormuş.
Ben seviyeli ve anlamlı eleştirilerini çok önemli ve değerli buluyorum, zira bu konu karşılıklı karalama, suçlama, itham etme üslubu ile geçiştirilebilecek bir konu değil. Herkesin kendi tutumunu sonuna kadar sorgulaması, ciddi eleştirileri dikkate alıp uzun uzun düşünmesi gereken bir konu. Ancak bu şekilde, daha fazla demokrasi ve toplumsal barış adına yol alabiliriz.
İfade özgürlüğü gerekli
Ama hemen belirteyim, ben ancak kendi tutumunun gerekçeleri çerçevesinde Altan’ın haklı sorularına cevap vermeye çalışabilirim. Benzer tutum sergileyen herkesin gerekçesi aynı olmayabilir. Yine de, bu tutumu benimseyenlere karşı, ‘gizli şiddet yanlılığı’, ‘solun şiddetle ilişkisindeki marazi çelişkiler’ gibi, niyet okumacı, toptan itham ve hatta ihbar edici yaklaşımları en hafif deyimle ‘gayri ahlaki’ buluyorum. Altan’ın eleştirileri bu açıdan
Bazılarının zannettiği gibi, ‘onur’ gibi kavramlar tarihsel gelişimin kolaylıkla mahkûm edip çöpe atabileceği kavramlar, ‘değerler’ değildir. Son zamanlarda hâlâ peşinden gidilebilen ve kadınlara türlü baskılar şeklinde geri dönen, ‘onur’ ‘şeref’, ‘namus’ kavramlarının kadın cinselliği üzerine tahakküm biçimi şeklinde anlaşılıp hayata geçirilmesi başka şey, bu değerlerin ‘geri’ diye tümüyle mahkûm edilmesi başka şeydir.
Modern düşüncenin, bu tür kavramların, ataerkil ve feodal baskı ve hiyerarşi araçları olarak tanımlanıp yaşanmasına itirazı önemlidir. Ancak, modern düşünce, insan hayatı için önemini hiç kaybetmeyecek ‘değerler’ dünyasını toptan reddetmez. Etmeye kalkışırsa, ‘insan’ı, sadece maddi refah ile tanımlamaya indirgemiş oluruz. Dahası modern düşünce ve dünyanın kurucusu olan Aydınlanma düşüncesinin ve liberalizmin temel kavramları da başta ‘özgürlük’ olmak üzere, soyut değerler üzerine kuruludur. Bu değer ve kavramları sonsuza kadar tartışabiliriz, ama yok sayamayız.
‘Gerilik’ göndermesi
‘Onur’ gibi kavramların modern dünyada yeri olmasa idi, modern tarih Huxley’in, ‘Cesur Yeni Dünya’ adlı ünlü fütürist romanında çizdiği, sorun ettiği tablo ile
Güçlü ve tekçi iktidarlar, ‘savaş’, ‘olağanüstü hal’ ortamları, eleştirel sesleri kısar, sindirir. Kimisi korkar, kimisi ‘memleketi ben mi kurtaracağım?’ yılgınlığına düşer, kimisi ‘ben işime bakarım gerisi beni ilgilendirmez’ der, kimisi ‘hazır rekabet ortamı lehime işliyor, benim düşünce mücadelesi ile yenişemediğimi hazır iktidar susturuyor, bundan iyisi Şam’da kayısı’ sevinci ile meydana çıkar. Hepsini anlarım. Ben gidişin bu yönde seyredeceği kaygısını yıllar önce ifade ettim.
Her şeye rağmen, şimdilerde beni en çok rahatsız eden, bu gidiş içinde bazılarının ‘zamanın ruhuna göre davranmak’ çabalarını örtbas etmek için cinlik yaparak, çok dolaylı yollar icat etme telaşları. Devleti, iktidarı eleştirmek zor olduğu için, eleştiri yapmaya kalkışanların önce veya sonra iktidar güzellemesi yapma ihtiyacı duymaları bir yana, birtakım vatandaş yeterince eleştiri yapamama ‘sıkıntılarını’ gidermenin yolunu habire, Kürt siyasal hareketi ve ‘sol’ eleştirisi yapmakta bulmuş vaziyette.
Türkiye’de olan bitenlerin sorumluluğunu dönüp dolaşıp, bazı solcuların ‘şiddete mesafe koyamaması’na yükleme tavrının, nereden bakarsanız bakın anlaşılır tarafı yok. Hadi, Kürt siyasal hareketini
Tarih okumamda, BÜ Tarih bölümünde sevgili hocamız Engin Deniz Akarlı’nın büyük rolü vardır. Bölüme ilk girdiğimizde tek soruluk bir sınav yapmıştı; soru şuydu; ‘Neden tarih okumak istiyorsunuz?’. Çok iyi hatırlıyorum, ben de cevaben, ‘tarihsel süreç içinde insanlık, toplumlar ne şekilde değişiyor, değişmeyen şeyler var mı? Sorusuna cevap aradığım için tarih okumak istediğimi yazmıştım’. Yılını tam olarak hatırlamıyorum ama 1980 civarı olmalı.
Cevaplar umut kırıcı oldu
O günden bu yana, hâlâ bu sorunun cevabını arıyorum; bulduğumu düşündüğüm bazı cevaplar oldukça umut kırıcı oldu. Umudumu yitirmemeyi de, siyasal tavrım ve ona destek olan dini inancım çerçevesinde öğrendim; koşullar ne olursa olsun, biz doğru bildiğimiz yolda gitmek ve gereğini yapmakla mükellefiz!
Şu aralar, umut kırıcı sayısız örnekten biri olarak, aklıma gelenlerden biri; Birinci Dünya Savaşı sürecinde Arap vilayetlerinin imparatorluktan kopuş sürecini hızlandıran Cemal ve Enver Paşa’lara zamanında Arap şair, yazar ve ileri gelenlerinin dizdiği övgüler. Arap milliyetçiliği veya kopuş sürecindeki diğer olaylar, elbette bu kısa süreç içinde yaşananlar ile açıklanamaz. Ancak, Osmanlıların (İttihatçılar)
Geçen hafta, İran dönüşü İstanbul’u büyük bir ‘Ortadoğu forumu’ olarak buldum. Mısır ve Lübnan’dan iki arkadaşım bir Ortadoğu toplantısı için gelmişlerdi. Onlar ile uzun uzun Ortadoğu konuştuk. Ertesi gün, British Council’un düzenlediği bir yemekli toplantıda, bir grup Britanyalı parlementer ile yine aynı konuları tartıştık. Bir sonraki gün, Columbia Üniversitesi’nin düzenlediği ‘Mısır ve Türkiye; Demokratik Dönüşümde Karşılaştırmalı Bakışlar’ başlıklı toplantılar dizisine katıldım.
Toplu oturum ve görüşmelerde Müslüman ülkelerde ‘demokratik dönüşüm’ konusu, ikili sohbetlerde ise, daha ziyade Suriye konusu ön planda idi ve herkes, ‘ne olacak bu Suriye’nin hali?’ sorusuna cevap aramaktaydı. Sonuçta, Suriye sürecine ilişkin kaygı ve sorular büyük ölçüde cevapsız kaldı. Akıl yürütmelerimizin tümü, Suriye’deki durumun karmaşıklığı ve politika belirlemenin, Türkiye başta olmak üzere tüm iç ve dış aktörler için ne kadar zor olduğu kanaatinin hakim olması sonucuna vardı.
Türkiye farklı bir örnek
‘Demokratik dönüşüm’ konusu ise çok daha genel ve her boyutu ile uzun uzun tartışmayı gerektiriyor. Başta Mısır olmak üzere, ‘Arap Baharı’ sürecinde demokratikleşme söz konusu