BDP Van Milletvekili Aysel Tuğluk, Taraf gazetesinde yayımlanan son yazısında (26 Eylül) böyle demiş. İçinde bulunduğumuz süreci bundan daha iyi özetleyen bir ifadeye rastlamadım. ‘Kürtleri öldürüp intihar süsü veriyorlar’dan neyi kastettiğini uzun uzun anlatmış; kısaca hükümet ve/veya devletin, ‘biz barışı kurmaya çalışıyoruz, PKK eylemleri ile, BDP Meclis protestosu ile bozuyor, çünkü kan ve şiddetten besleniyor’ söylemini nasıl bir yanılsama ve yanıltma söylemi ve politikası olduğunu izah etmiş. Medya ve bazı aydın ve demokratların bu söylemi nasıl yaygınlaştırdığından söz etmiş.
Derin bir yara açabilir
Ben mevcut iktidar/devlet politikasının Kürt meselesini çözmek bir yana, ardında derin bir yara açacak bir felakete gidiş olduğunu düşünenlerden biriyim. Ancak ben bu süreçte, kendine demokrat diyen ve medya yolu ile etkinliği olan çevrenin sorumluluğunu, birincil derecede önemli buluyorum. İktidarlar güce dayalı politikalara meyledebilir, tarihsel süreçler bu yönde seyredebilir, ‘aydın’, ‘demokrat’ dediğimiz insanların toplumsal-tarihsel ‘sorumluluğu’ tam da bu tür süreçlerde önem kazanır. Bu süreçte, demokrat aydın ve yazarların birçoğunun işi, güce dayalı iktidar
Çok zor bir süreç yaşıyoruz. Yaşadığımız olaylara ilişkin yorumlarımız farklı olabilir ama, böyle bir zamanda, söylediklerimizde ölçü, bizi siyasi olarak riske atmamak ve kamuoyu önünde yadırganmamak olursa, tarih önünde sorumlu oluruz. ‘Düşünce’ nerede farklılaşır, ‘çekince’ nerede devreye girer konusunda hüküm vermek zordur, o nedenle bu konuda ölçü herkesin kendi vicdanı olmak gerekir.
Son günlerde Ankara ve Siirt’te yaşanan vahim olaylar karşı çıkılmayacak, eleştirilmeyecek gibi değil. Bu kadarını yapmak zaten insanlık borcu. Ancak hiçbir vicdanın kabul edemeyeceği şeylere karşı çıkmak, yeterli olmadığı gibi sorunu çözmez. Kürt siyasal hareketinin vicdanları zorlayan çıkmazlara girmesinden medet ummak, o nedenle habire bunun altını çizmek, sadece vicdanımızı rahatlatır, düşünce konforumuzu garanti eder, o kadar. Asıl mesele, bu gidişata ‘dur’ demek olmalı.
Engelleri kaldırmak
Kürt siyasal hareketinin BDP, Öcalan, PKK ve diğer tüm unsurlarını tartışma ve eleştiri konusu edeceksek ve bu eleştirilerin karşılığı olmasını bekliyorsak, öncelikle, bu çizginin (şiddeti övmek dışında) kendini ifade etmesinin önündeki engelleri kaldırmak gerekir. Aksi takdirde, bizim
Başbakan’ın Kahire’de yaptığı bir konuşmada, ‘laiklik’ vurgusu yapması ardından yeni bir laiklik tartışması gündeme geldi. Böyle olması da son derece doğal, ancak tartışmanın seyri hiç de ufuk açıcı değil. Hâlâ konuya ‘Türk İslamı’ gibi son derece tartışmaya muhtaç bir noktadan bakanlar olduğu gibi, kafasına göre laiklik ve sekülarizm ayrımı ve tarifi yapanlar az değil.
Türkiye’deki laik sistemin Fransız modeli ilhamlı olduğu oysa Anglo-Sakson deneyiminin ürünü olan ‘sekülarizm’in demokrasi ve özgürlükler açısından önemsenmesi gerektiği tezi, başta Ali Fuat Başgil tarafından olmak üzere Demokrat Parti döneminden bu yana muhafazakâr kesimde epeyce rağbet görmüş, ama son derece sığ bir tezdir. Laiklik yerine ‘sekülarizm’e bel bağlamak, anglo-Sakson deneyimini hiç bilmemek veya yüzeysel algılamakla ilgili bir hadisedir. Nitekim son tartışmalar çerçevesinde, Zaman gazetesindeki yazılarında Ali Bulaç, dolaylı da olsa bu hususa dikkat çekmiş.
Laik ve sekülarizm
Ali Bulaç ve benzeri düşünürler gerek laiklik, gerekse sekülarizmin Müslüman toplumlara uymadığını düşünürler. Aslında, laiklik ve sekülarizm sadece Müslüman toplumların modern siyaset deneyiminin sorunu değildir.
Mevcut iktidarın dış politikasını beğenen, öven de olur, beğenmeyen, eleştiren de. Ama şimdilerde ipin ucu kaçmış vaziyette. Muhalefetin ‘taşeron’ yakıştırmasını ciddi ve aklı başında bir eleştiri saymak mümkün değil, tam tersine bence aklı başında olmak bir yana düpedüz ‘yakışıksız’. Ama bu arada, övgüler de aklı selim ve ciddiyet sınırlarını iyice aşmış durumda.
İktidarı destekleyen çevrenin, Erdoğan’ı Ortadoğu’nun lideri olarak ilan etmesi epeyce tartışma götürür bir analizdir ve bu sığ analiz Türkiye’nin geleceği için bazı tehlikeler içermektedir. Ben her vesile ile Ortadoğu konusunun zannedildiğinden daha çetrefil ve tartışmalı olduğunu söylemeye çalışıyorum. Kısacası, bu konu en azından daha ciddi tartışmayı gerektiriyor diyelim.
Bu arada, Ortadoğu liderliği denilince sıklıkla Erdoğan-Nasır benzetmesi yapılır oldu. ‘Yeni Nasır’ yakıştırması da artık yetmiyor, son olarak Ertuğrul Özkök, ‘Erdoğan’ı Nasır’a benzetmek övgü değil, hakarettir’ diye yazmış (Hürriyet, 14 Eylül 2011). Özkök, Google’a bakmış Nasır’ı aradığınızda ‘sadece 470 bin sayfa, Erdoğan yazdığınızda 18 milyon 300 sayfa açılıyor’muş. Nasır’ın Ortadoğu politikasındaki yerini Google’dan öğrenmeye
PKK-MİT görüşmelerinden birinin basına sızması kuşkusuz ‘muammalı’ bir olay. Olayın en basit açıklaması, bu sızdırmayı PKK’nın Erdoğan hükümeti ve MİT müsteşarı Hakan Fidan’ı yıpratma amacıyla yaptığı. Elbette, bu hesaba katılmayacak bir ihtimal değil. Ancak, nedense kimsenin aklına, bu olayda ‘aracı’ olanların dahli olabileceği gelmiyor. Yok, PKK ile el ele verip hükümeti veya müsteşarı yıpratmak için değil. Tam tersine, hükümetin bir savaş bataklığına sürüklenmesini frenlemek için. Dahası, bu tür olaylarda farklı yaklaşımlar ve hedefler bir noktada buluşabilir.
Yol açıcı da olabilir
Diğer taraftan, kim ne amaçla sızdırmış olursa olsun, bu olay ‘demokratik çözüm’ yönünde değerlendirilebilir. Hükümet ve müsteşarı yıpratmak değil, tam tersine yol açıcı, kolaylaştırıcı olabilir. Nitekim, demokratik çözümden yana tüm kalemler, bu yönde tepki vermek gerektiği noktasında buluştular gibi görünüyor. Bu olayın hükümeti yıpratmak için kullanılmaması gerektiği, tam aksine demokratik çözüme yönelmek için fırsat olarak değerlendirilmesi gerektiği yorumuna sonuna kadar katılıyorum.
Ne yazık ki, hükümet çevresinin ilk tepkisi bu istikamette olmadı. Hükümeti destekleyen bazı
Bugün sevgili arkadaşım Hrant’ın doğum günü. Ama katledilmesi üzerindeki sis perdesi hâlâ kalkamadı. Hrant’ın tüm arkadaşları olarak bu konuda bir şeyler yapabilmek adına aşağıdaki mektubu Başbakan’a göndermeye karar verdik.
15 Eylül Hrant Dink’in doğum günü. Yaşasaydı, 57 yaşına basacaktı. 19 Ocak 2007’de, bebeklerden katil yaratan o karanlık Hrant’ı aramızdan almasaydı, muhtemelen yarın akşam torunları, ailesi ve dostlarıyla birlikte rakısını yudumlayacaktı.
İzin vermediler.
19 Eylül Pazartesi günü, katillerinin yargılandığı davanın yeni bir duruşması var.
Artık sayısını anımsamadığımız, bir arpa boyu yol alınamayan duruşmalardan biri daha...
Böyle bir günde, Hrant’ın arkadaşları olarak Başbakan Erdoğan’a hep birlikte aşağıdaki mektubu yazdık.
Sayın Başbakan,
Bir Türkiye vatandaşı olarak, ‘Osmanlı hayali’nin canlanmasını ve dış politikanın bu anlayışa ön vermesini sorunlu buluyorum. Nasıl bazı yazarlar, açıkça yeni bir ‘Osmanlı’ ve ‘cihan devleti’ fikrini olumlu bulduklarını ifade ediyorsa, bu fikri sorunlu bulanların da aynı açıklıkla eleştirilerini dile getirmeleri gerektiğini düşünüyorum. Maalesef, Osmanlı hayalini ‘milli politika’ sayıp, eleştirilerin bu çerçevede karalanmasının ortamı giderek yaygınlaşıyor, eleştirel sesler kısılıyor. Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun, yaklaşımının ‘neo-Osmanlıcılık’ olmadığını açıkça ifade etmesine karşın son durum bu.
‘Arap Baharı’nın önemi
Diğer taraftan, Ortadoğu ülkeleri ile yakın ilişkiler kurulmasına hiçbir itirazım olamaz. Olsaydı, Doğu Konferansı gibi bir girişimin içinde yer almaz, Ortadoğu’ya ilişkin geçmiş bakış açılarının yanlışlığına dair onlarca yazı yazmaz, on yıldır Ortadoğu ülkelerini aşındırıp, o ülkelerin aydın ve siyasi akım temsilcileri ile iletişim kurmaya özen göstermezdim.
Ancak Türkiye’nin bölgesel liderlik hevesini gerek dış, gerekse iç politika açısından sorunlu buluyorum ve bunu her vesile ile ifade ediyorum. ‘Arap baharı’ ve buna bağlı gelişmelerin takdim
Bugünlerde, sıklıkla Libyalı yazar Ali Mistrati’nin, ‘Libya Özel Sayısı’ (Special Edition) başlıklı satir türü hikâyesini(*) hatırlıyorum. Mistrati 60’lı yılların sonlarında yazdığı hikâyede, Libya’nın petrol zenginliği dolayısı ile Batılı basının nasıl ilgisini çektiğini, iktidarda kimin olduğunun fazla önemi olmadığını alaycı bir dille anlatıyor. Hikâyede, Batılı bir dergi Libya özel sayısı çıkarmak için birini Libya’ya gönderiyor, ama Libya’yı allayıp pullayan sayı tam yayımlanacakken, hükümet devriliyor (muhtemelen Kaddafi darbesinden söz ediliyor), ama dergi yönetimi istifini bozmadan bu kez yeni Libya için bir özel sayı hazırlamaya girişiyor.
Batı dünyası dışlamıştı
Libya için de, bu durumda olan birçok ülke için de her zaman petrolün dışında başka hesaplar da var, ama temel mesele değişmiyor; çıkarlar doğrultusunda, ‘giden ağam, gelen paşam’. Bu arada, şimdilerde unutulan bir gerçek, Kaddafi öncesi Libya’nın, Kral İdris döneminde tam bir talan alanı haline gelmiş olduğu ve Kaddafi darbesinin bu ortamda gerçekleştiği. Kaddafi yönetiminde Libya, bu kez petrol zenginliğini Kaddafi’nin dış siyaset maceralarına kurban ettiği, içerde otoriter bir rejimin giderek