İsrail ile yaşanan gerginlik, Kürt meselesi ile en kötü biçimde ilişkilendirilmeye başlandı. ‘PPK, İsrail’in taşeronu’ manşetleri, 90’lı yıllarda tedavülde olan, PKK-ASALA ilişkisi kurma mantığının bir benzeri. Hatırlarsanız, geçmişte, milliyetçi çevreler PKK militanlarının aslında ‘Ermeni’ olduğunu ileri sürerlerdi.
O devirde, PKK’ya karşı İsrail ile istihbarat paylaşımı ve nihayetinde Öcalan’ın MOSSAD işbirliği ile teslim edilmesi hiç sorun değildi. Bu ülkede yaşayanlar, PKK sorununu, Kürt meselesinde demokratik adımlar atarak çözmek yerine, ABD, İsrail ittifakları ile ezip, bitirmek yolunu yadırgamıyordu. Şimdi, yine PKK sorunu, bu kez farklı biçimde, bir ‘dış mesele’ olarak görülmeye devam ediyor. Bırakın İsrail’i, İran ve Suriye’nin PKK kartından faydalanması söz konusu oluyor.
Kürt meselesini demokratik yollar ile çözme mantığı yerine, PKK’ya karşı gerek İsrail, gerekse İran ve Suriye ile ittifak edildiği sürece sorun yok. Kendi devletlerinin başka ülkeler ile sindirme ittifaklarına girmesine karşı Kürtler neler hissetti düşünen de yok. PKK militanlarının ‘İranlı’ ve ‘Suriyeli’ olduğu ilan edilirken, PKK’lıların çoğunun Türkiye vatandaşı olduğu unutuluyor. Takdir
Kürt meselesine yaygın bakışın kadim ve temel sorunları, son zamanlarda, BDP üzerine yazılıp çizilenler çerçevesinde belirginleşiyor. Öteden beri, nasıl Kürtlerin, ne oldukları, ne istedikleri, neyi özledikleri değil, ne olmaları gerektiği, neyi istemeleri gerektiği dayatılıyorsa, BDP’ye de aynı şeyler dayatılıyor. En kötüsü, bunun ‘demokratlık’ kisvesi altında yapılması. Bu dayatma eskiden çatık kaşlı bir devlet ideolojisi çerçevesinde olurken karşı çıkılması kolaydı, şimdi ‘demokratlık’ kisvesi altında yapıldığı için karşı çıkılması daha ‘zor’. Dahası şimdi, bu dayatmaya karşı çıkmak daha kolay kötülenir, ihbar edilir, marjinalleştirilir hale geldi.
Yakın bulmayabiliriz
BDP ve onun temsil ettiği Kürt siyasal hareketini, taleplerini beğenmeyebilir, kendimize yakın bulmayabiliriz, bu noktada hiçbir sorun yok. Sorun, bizim beğenmediğimizi, bu harekete gönül verenlere dayatmaya çalışmamız ve bunu demokratlık kılıfına sokma yapma çabası. Türkiyeli bir demokratın bir ucu silahlı mücadele olan bir hareketi kendine uzak bulması kadar doğal bir şey olamaz. Ancak, bu durum, milyonlarca insanın bu harekete ‘gönül vermiş’ olduğu gerçeğini değiştirmiyor. BDP, kendisine oy veren
Adım adım bölgesel bir savaşa gidiliyor gibi gözüküyor. Sadece Türkiye’den ve İsrail ile ilişkilerin kopmasından söz etmiyorum, daha geniş bir açıdan bakıldığında, tüm bölgede, ufukta barış ve güvenlik değil, savaş ve yıkım olacak gibi görünüyor.
9 Türkiye vatandaşının ölümü ile neticelenen Mavi Marmara olayının bu noktaya gelmesini sadece İsrail’in geri adım atması engelleyebilirdi, olmadı. Türkiye’nin dış politikasının Mavi Marmara girişiminin peşine takılması bence yadırganacak bir olaydır, ancak bu gemi yola çıkarken düşünülmesi gereken bir şeydi, ölümlü müdahaleden sonra geri adım atmak mümkün değildi. Nihayetinde, bu durum Türkiye’den ziyade İsrail’in kaygılanması gereken bir gelişme. Bu sonuç ile karşılaşmamak için çatışmacı bir politika izlemekten kaçınmaları gerekiyordu. İsrail kendisini yalnızlaştıran politikalarında ayak diremeyi seçti.
Tesadüf değil
Beni kaygılandıran, İsrail ile ilişkilerin bozulması değil, asıl kaygı verici olan, bu toz duman içinde gözden kaçan bazı hususlar. Bunların başında ABD’nin, NATO çerçevesinde kurguladığı, ‘füze savunma sistemi’ni Türkiye’de kurmak üzere Ankara ile anlaşması ve bu anlaşmanın İsrail konusu gündemde iken
Bir süredir, ‘İslam barış gücü’ diye bir oluşum öneriliyor. Libya’da NATO müdahalesi ve ardındaki gizlenen kaynak paylaşım savaşlarının ortaya döküldüğü, Suriye’de benzer bir senaryonun nabzının yoklandığı son günlerde, bu kavram veya öneri daha fazla gündeme gelmeye başladı. İlk bakışta, Batı emperyalizmine karşı tepki olarak anlamlı bir girişim gibi duran bu öneri, aslında son derece sorunlu ve ciddi bir tartışmayı gerektiriyor.
Öncelikle, zaten Batılı ülkeler, müslüman ülkelere doğrudan müdahale işine bulaşmaktan artık çekinir oldular. Libya’ya müdahale gündeme geldiğinde, Britanya Başbakan’ı Cameron’ın danışmanının, ‘Keşke Mısır ve Tunus müdahale edebilseydi’ dediğini daha önce yazmıştım. Bu arada, Libya hava sahasını kapatma talebini meşrulaştıran ilk BM kararının çağrısını Arap Ligi’nin yapmasına özen gösterildiğini hatırlayalım. Daha sonra, iş müdahaleye varınca, Arap ülkelerinden sadece BAE ve Katar yola devam etti, gerisi arka plana çekildi. Suriye’de de başrolü Türkiye’nin oynamasının istendiğini biliyoruz.
Nasıl bir güç olacak?
İkincisi, ‘İslam Barış Gücü’ denilen oluşum gündeme gelirse, nasıl bir oluşum ve müdahale gücü olacak? Herhalde bir ‘yardım
Aslında bayramın birinci günü ağır konuları tartışmaya pek uygun gözükmeyebilir. Ama, ne yazık ki, gerek ülkemizde gerek Suriye’den Libya’ya tüm bölgede, bayram gönül rahatlığı ile yaşanacak olmaktan çıkmış vaziyette.
Bu başlığı Nabi Yağcı’nın cumartesi günkü yazısından (Taraf) ödünç aldım, çünkü Kürt meselesinin geldiği noktada, birçokları savaş ve baskı siyasetlerini türlü yollar ile haklılaştırmaya veya en azından mazur görüp kabullenmeye akıl yatırırken, çok önemli bir uyarı yapıyor. “Demokrasiyi barışa değil, barışı demokrasiye endekslemeliyiz” gerçeğinin altını çiziyor. Barış gelene kadar demokrasiyi rafa kaldırma hevesine karşı, ‘demokrasi işlemezse barış gelmez’ diyor.
İktidar politikalarının şahinleşmesi karşısında, ‘tam çözüme yaklaşmışken PKK barışı sabote etti, iktidarın da savaşmaktan başka çaresi kalmadı’ görüşü ortalığı sarmış vaziyette. Oysa, birincisi ‘çözüme yaklaşılmış değildi’ ikincisi güçlü bir ülke ve iktidarının barış ve demokrasi politikaları yeterince kararlı ve geniş ufuklu ise, karşısında direnen gücün ‘sabote etme’ çabalarını aşması gerekirdi. PKK kendiliğinden silahlı mücadeleyi bırakmaya karar vermiş olsa, zaten ortada sorun kalmaz, mesele
Türkiye yakın zamana kadar, hâkim kültür ve siyaseti itibarı ile, toplumun büyük bir çoğunluğunun dini değerlerini görmezden gelen, hatta hiçe sayan, küçümseyen bir ülke idi. O kadar da değil, dini değerlere ilişkin her işareti ‘tehdit’ olarak siyasallaştıran, bu çerçevede baskı siyasetlerinin meşrulaştırıldığı bir ülke idi. Bu ‘hal’ (veya ‘olağanüstü hal’)in demokrasi ile bağdaşması imkânsızdı, dahası bu hal, kültürel, toplumsal olarak ‘hastalıklı’ bir hal idi.
AKP iktidarının başlarında bu hal, tavır devam etti, sonuna kadar direndi, sonra iktidarın gücü karşısında tam anlamıyla yenildi. Direnenlerin bir kısmı kıyıda köşede homurdanmaya devam ediyor, diğerleri hızla ‘demokrat’ oldu, geçmişe sünger çekti. ‘Olsun da nasıl olursa olsun’ veya ‘kimsenin ayıbını yüzüne vurmamak lazım, önemli olan netice’ diyebilirsiniz. Bir ölçüde doğru olan bu, ama tam olarak değil. Değil, çünkü iktidarın demir yumruğu altında ve onun sayesinde olan bitenler bu sefer başka türlü ‘hastalıklı’ hallere dönüşüyor.
Sanıyor ki güvende olacak
Düne kadar ramazan ayında hiç olmazsa, kendisinin değilse bile hiç olmazsa başkalarının hassasiyetlerine zerre kadar özen göstermeyenler, dindarlık
Uluslararası medya, Libya’da olanları ‘Libya devrimi’ başlığı altında veriyor. Ne devrimi? Kimin devrimi? Geçmişte devrimler, işler sonradan sarpa sarsa da, insanlığa bir şey vaat ederlerdi. Yirmi birinci yüzyılda gelişmiş ülkelerin isyanları çapulculuk şeklinde tezahür ediyor. Ortadoğu’da başladığı umulan ‘bahar’ın ibresi ise çoktan ‘umut’tan, ‘kaygı’ya dönmüş vaziyette.
Libya keşke gerçekten, Kaddafi kâbusundan kurtularak selamete çıkmış olsaydı. Oysa, temenniler başka, olan biten başka. NATO güçleri altı aydır Libya’yı sadece Kaddafi rejiminden kurtulsun diye bombalamıyor. Libya’nın kaynaklarını paylaşmak üzere kurulan sırtlan sofralarını bilmeyen yok. Kaddafi’den sonra oluşacak otorite boşluğunda, Libya belli ki kapanın elinde kalacak.
Bu işte bir yanlışlık yok mu?
‘Bu ne biçim ülke, demek ki, başlarındaki zorba devrilince geride kimse kalmıyor’ demeyin. Ne Libya, ne diğerlerinin, bu ülkelerin insanları, dünyanın geri kalanındakilerden eksik değil. Bu noktaya nasıl gelindiği uzun hikâye, mevcut otoriter rejimler bu uzun hikâyelerin hazin sonları. Ama, otoriter rejimlerin en kötü yanı, kendisine biat edenler dışında herkesi, her fikri, her yolu yok etmesi,
‘Emek ve Adalet Platformu’ adı altında birleşen bir grup, ramazan boyunca, israfı, gösterişi kınamak üzere, lüks otel iftarlarına karşı, o otellerden bazılarının civarında iftar toplantıları yaptılar. Bu girişimin ilk başarısı, iktidar partisinden lüks iftarlara karşı uyarının ifade edilmesi oldu. Bu kadarı çok büyük, çok önemli bir başarı sayılmayabilir, konu derindir ama, yine de ‘fena mı oldu, bu konuda bir duyarlık gündeme geldi’ demek gerekmez mi?
Tabii destekleyeni de oldu, ama bu kadar halis bir girişim bile birçoklarının, her türden karalamalarına hedef olmaktan kurtulamadı. Bu gençlere, ‘Müslüman Kemalist’ hatta ‘ulusalcı’ diyen mi ararsınız, psikolojik hastalık teşhisi koyan mı, sosyalizm ‘günah’ına bulaşma uyarısı yapan mı, ‘Müslümanları fakir bırakmak istiyorlar’ diyen mi, denmedik şey kalmadı. Kapitalizmle barışık bunca Müslüman varken, sosyalizme gönderme yapan bir girişimin bunca hücuma uğraması anlaşılır gibi değil. Veya bir başka açıdan bakarsak çok anlaşılır bir şey.
Kırmızı görmüş boğa tesiri
Ruhunu kapitalizme teslim edenlerin en korktuğu şey, adaletten, eşitlikten, paylaşımdan, mazlumdan söz edenler, bu değerleri hatırlatanlardır. Kapitalizmin en