Başıma geçen sene İstanbul-Van yolculuğunda olduğu gibi tuhaf şeyler geliyor, bu işleri bilenler ‘uyarı’ diyorlar, ‘mesaj’ diyorlar. En son olarak, KCK davasından gözaltına alınan arkadaşım Büşra Ersanlı ile temmuz ayında yaptığım bir telefon görüşmesi basına sızmış, heveslileri ‘Nuray Mert, KCK’ya takıldı’ başlığı ile âleme duyurma işine koyulmuş durumda. Mesaj alındı! Ama gereğini yapamayacağım.
Hepimizin doğruları farklı
Telefonlarımızın dinlendiğini zaten tahmin ediyoruz, ama daha önemlisi, ben zaten söyleyeceklerimi açıkça yazıp altına imza atıyorum. Açıkladıklarımın dışında gizli fikir ve emellerim olmayacağını akıl ve vicdan sahibi herkes tahmin edebilir. Ama maksat başka ise, her söylenen, her yapılan olmadık yerlere çekilebilir, o konuda yapılacak bir şey yok. Bu ülkede yaşayan herkes için en doğru olduğuna inandığım şeyleri söylüyorum. Tabii ki benim doğrularımı herkesin kabul etmesi, herkesin benim gibi düşünmesini beklemiyorum. Ama hepsi bu. Yani hepimizin doğruları farklı. Bu gerçeği kabul etmek başka, uyarılar gereği (eğer buysa), doğru bildiklerimi söylemekten imtina etmek başka şey.
İkiyüzlülüğe tanık olduk
Birçok kez yazdım, dünyanın en cesur
Son KCK davasında gözaltına alınan Büşra Ersanlı benim çok eski ve çok sevdiğim bir arkadaşım. Her şeyden önce, kendisine ‘geçmiş olsun’ diyorum. Ama yanlış anlaşılmasın, sadece ona geçmiş olsun, ‘bari onu almayın!’ demiyorum. Bu, topyekün bir sorun, büyük bir fırtına. Sesimizi ancak çok yakınımıza gelince çıkartmak çok ayıp oluyor. Diğer taraftan, fırtınanın çok yakınımıza gelmesinin fazladan bir anlamı var elbette. Gerçekten de ‘ateş düştüğü yakıyor’. Özellikle kafası karışmış olanlar için iyi bir uyanma vesilesi, olan biteni daha iyi değerlendirme imkânı oluyor.
‘İleri demokrasi’nin nasıl işlediği şimdi daha iyi anlaşılıyor. İşler gerçekten de eskisi gibi yürümüyor, mesela medyaya uyarıları askerler değil sivil iktidar yapıyor. Belli ki, kapatma davaları da şekil değiştirdi, Kürtlerin partileri doğrudan değil, KCK davaları ile ‘taksitle’ kapatılıyor. BDP’nin yüzlerce, binlerce, yöneticisi, üyesi, seçmeni tutuklanıyor. Büşra Ersanlı gibi örnekler ile Kürtlere destek verenlere, ‘yaklaşmayın yanarsınız’ uyarısı yapılıyor.
Demokrasiler için zor sınav
BDP kuşkusuz sıradan bir siyasi parti değil, her şey bir yana veya her şeyden önce, seçmen tabanı PKK’ya, yani silahlı
Hafta sonu Tahran’da düzenlenen uluslararası basın fuarı ve İslam Dünyası Basın Birliği (İttihadı Matbuatı Cihanı İslam) toplantılarına katıldım. Daha doğrusu, bu daveti, İran’da son duruma ilişkin biraz gözlem yapabilmek için vesile yaptım.
Fuara tüm Müslüman ülkeler veya Müslüman azınlıkların çıkardığı yayın organlarının yanı sıra Müslüman olmayan bazı ülkelerden mesela Ermenistan’dan da katılım vardı. Basın Birliği toplantısı ise sadece Müslüman ülkeler ve Müslüman azınlıkların basın organlarını kapsıyordu. Toplantının amacı, isminden de anlaşılacağı gibi, Batı medyasının hegemonyasına karşı Müslümanlar basın dünyasında daha güçlü iletişimi sağlamak üzere bir koordinasyon kurmak idi. Ben gitmeden, katılımcıların daha ziyade Irak, Suriye ve Lübnan ağırlıklı olacağını düşünüyordum, ama öyle olmadı. Gana, Uganda, Nijerya gibi Afrika, Endonezya, Malezya, Sri Lanka gibi Uzakdoğu, Orta Asya Cumhuriyetleri ve tüm Arap ülkelerinin temsilcileri vardı.
İran Kültür Bakanlığı’nın ev sahipliği yaptığı toplantının genel teması, doğrudan İran ve Ortadoğu siyaseti olmaktan ziyade, ‘kapitalist dünya hegemonyası’ ve ‘neokolonyalizm’ çevresinde seyretti. O kadar ki, İslam dünyasının
Arap Baharı’nın başladığı, daha doğrusu ‘ilkbahar’ın yaşandığı ülke olan Tunus’ta geçen pazar günü, ilk demokratik seçimler yapıldı. Hem seçimler hakkında fikir edinmek hem, ‘devrim’ sonrası Tunus’u merak ettiğim için geçen hafta sonunu orada geçirdim. Beşkentte, gündelik hayatta göze çarpan fazla bir değişiklik yoktu ama, otoriter bir rejimden kurtulmanın sevinç ve coşkusunun her çevreden insanı sardığı gözle görülür durumdaydı.
Tunus gerçekten de, bölgede gelişmiş orta sınıf kültürü ile demokratik siyasete en hazır ülke. O nedenle de, Arap Baharı’nın model ülkesi olarak görülüyor. Seçimlere yüzde doksan oranında büyük katılım da bu gerçeğin altını çiziyor. Seçim öncesi İslamcı En-Nahda hareketinin en fazla oy alacağı belliydi, ancak Nahda, tahminlerin ötesinde yüzde kırk civarında ve kendisine en yakın partiden iki katın üzerinde oy aldı. Öyle görülüyor ki, bu sonuç, ülkedeki laiklik yanlılarını ve belki onlardan da fazla Arap Baharı’nı Batı kamuoyunda farklı pazarlamaya çalışanların canını sıktı. O kadar ki, Bahar yayınları ortalığı kasıp kavuran El-Cezire televizyonu bile seçim sonuçlarına çok kısıtlı yer verdi.
Bunun nedeni, ne El-Cezire’nin ne de Batı medyasının
Van depremi yıktı, geçti. Hiç olmazsa böyle dönemlerde ‘insani’ kaygılar ve duygular her şeyin önüne geçmeliydi. Yardım için canla başla çalışanları tenzih ederim, ama maalesef siyasi kaygılar geriye çekilebilmiş değil.
Böyle bir zamanda, ‘taş atanları’ diline dolayan, Tanrı’nın Kürtlere ‘lanet’inden söz edebilen insaniyet özürlüleri mevzu bile etmek istemiyorum. Felaket üzerinden ‘birlik, beraberlik, kardeşlik’ mesajlarını dahi yadırgıyorum. Zira, böyle bir durumda birlik, kardeşlik dışında bir şey tahayyül edilebilir mi?
Operasyonlar hız kesmiyor
Nerede olursa olsun, deprem felaketi üzerine ilk konuşulması gereken, 1999 depremi sonrasında olduğu gibi, depreme hazırlıksızlık, tedbirsizlik, yardım çabalarının yetersizliğinin nedenleri gibi konular olmalıydı. Medya her depremde olduğu gibi, eksikler ve aksaklıklara vurgu yapıp, daha çok iletişim ve yardım çağrısı yerine, ‘mucize’ haberlerine öncelik vermeyi tercih etti. Özverili ve başarılı kurtarma çabalarının hakkını vermek tabii ki önemli, ama eksikleri kapatmak için değil, gidermek için, bu yönde teşvik etmek için!
Dünyanın her yerinde, yönetenler güçlü deprem gibi felaketler karşısında zorlanıyor, doğrusu bu.
Ne yazık ki, içinde yaşadığımız süreçte, sağlıklı bir demokrasi tartışması yapmak neredeyse imkânsız hele geldi. Sadece iktidar politikalarından söz etmiyorum. Herhangi bir iktidarı pek çok gerekçe ile destekleyen de olur, eleştiren de, demokrasilerde bundan daha doğal bir hal olamaz. Dahası, bir iktidarın tasarruflarını ‘anti-demokratik’ bulan da olur, bulmayan da. Farklı görüşlerin hangisinin ‘doğru’ olduğu konusunda kesin bir hükme varmak mümkün değildir, bunun hükmü ancak tarihsel süreç içinde hakkıyla değerlendirilebilir.
Türkiye’de demokrasi konusunda, benim, asıl kaygı duyduğum artık ‘demokratik tartışma’ yapma zemininin tümden ortadan kalkma tehlikesidir. Uzunca bir zamandır, ‘demokrasi’ veya ‘demokratlık’ tanımı konusunda farklı düşünmek bile kabul edilmez hale geldi. Mevcut iktidar ve onun politikalarını beğenen ve destekleyenler dışında kalanlar, çeşitli gerekçeler ile demokratik tartışmanın dışına itiliyor. ‘Darbecilik’ten, ‘şiddet destekçiliği‘ne varan karalamalara maruz kalıyor. Demokrasi ve demokratlık tanımımız tabii ki farklı olabilir. Mesela, benim demokrasi tanımıma göre, sadece üniversitede değil, kamu alanının tümünde ve ayrımsız her mesleğin icrasında
Çok kötü bir hafta geçirdik. Olanlar karşısında sarsılmamak mümkün değil. Ama hepsi bu olmamalı. Bu vahim tablo karşısında, bizim gibi yazıp çizenlerden istenen hep bir ağızdan ‘terörü lanetlemek!’ Oysa, hep bir ağızdan ‘terörü lanetlesek’ sorun çözülecek mi? Öyle olsaydı bugüne kadar bu sorun çoktan çözülmüş olmaz mıydı? Kara haberlerin akıl yürütmenin önünü kesmesinden ne umulabilir? Tam tersine, kara haberler bizi daha derin sorgulamalara sevk etmeli diye düşünmek daha doğru değil mi?
Oturduğumuz yerden, lanet yağdırmak, çoğunluğun gönlünü hoş etmek o kadar kolay ki! O halde bizden neden kolayı seçmeyi, hayatımızı kolaylaştırmayı talep ediyorsunuz? Çözüm üzerine düşünmek çaba göstermek adına çoğunluğu yadırgatacak şeyler söylemek, ne olursa olsun ‘barış ve demokrasi’ koşullarında ısrar etmek kolay mı sanıyorsunuz? Kim istemez, kolayı seçmeyi, çoğunluğun sevgi ve beğenisini kazanmayı, risklerden uzak durmayı? Bunu seçmeyenlerin gerekçesi ne olabilir diye hiç mi düşünmüyorsunuz? Sizce, bu ülkede yaşayan, ömür boyunca demokratik mücadeleye inanan biri neden kolayı seçmez? Bunun gerekçesi ne olabilir, düşünmek gerekmez mi?
Vicdan muhasebesi
Ben kendi açımdan gerekçesini
Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı, Şafak Pavey’in durumu dolayısı ile gündeme gelen Meclis’te kadınların pantolon giymesine izin veren düzenleme için tüzük değişikliği önermişti. Ve fakat, BDP’nin bu değişikliğin içeriğinin türbanı da içerecek şekilde genişletilmesi önerisi ile kıyamet koptu, öneri geri çekildi. Yine başörtüsü merkezli büyük bir tartışma başladı, ben bu tartışmanın Türkiye’nin siyasi tablosunun iyi bir aynası olduğunu düşünüyorum.
Başörtülü vekil kampanyası
Öncelikle, bu kez muhafazakâr kesimden yazar/düşünür kadınların çoğunun ‘maslahat’ gözetmekten kaçınması ve bu konuda söyleyeceklerini dosdoğru söylemesini çok sevindirici buldum. Oysa, seçim öncesi bu çevrenin düzenlediği ‘başörtülü vekil’ kampanyasının önü, Ali Bulaç’ın önderliğinde kesilmiş ve bu kampanyayı düzenleyen kadınlara çok yakışıksız isnatlarda bulunulmuştu. Buna karşın, pazar günü Radikal gazetesine görüş veren kadınlar son gelişmeyi cesaretle sorgulamayı seçmiş. Daha önce, Nihal Bengisu (Habertürk) ve Cihan Aktaş (Taraf) 14 Ekim tarihli yazılarında bu konuyu enine boyuna irdelemişlerdi. Görmemiş olanlara bu yazıları okumalarını tavsiye ediyorum. Ayrıca, Hakan Albayrak’ın desteğini açıkça