Tür sinemasının başarılı sürprizi “Kapan / Get Out”, Amerikan sinemasının sıklıkla örneklerini çıkardığı mizahı ihmal etmeyen korku türünün dört başı mamur bir temsilcisi. Sinema dilinin başarısının yanı sıra ona özgünlüğü veren yön, güncel ve tarihi siyasi eğilimleri büyük bir açıklıkla, çıkış noktası olarak kullanması.
Genç siyahi fotoğrafçı Chris, beş aydır mutlu bir beraberlik yaşadığı beyaz sevgilisi Rose’un ailesiyle bir hafta sonu tatili sırasında tanışır. Ancak zengin ailenin malikanesine adım attığı andan itibaren bazı tuhaflıklar olduğunu sezmeye başlar. Rose’un babası, kardeşi ve hipnoz uzmanı psikiyatr annesinin görünürde mükemmel tavırlarında bir tehdit havası vardır.
Hikaye örgüsünü ABD’nin tarihinden beslenen ve güncelliğini koruyan ırkçılık tartışmaları üzerine kuran film, tür sineması takipçilerini memnun edecek bir izleği de sinema diliyle rahatlıkla sunuyor. Film oyunculukları, tekinsiz atmosferi, yerli yerindeki esprileri ve yönetmenliğiyle tür sinemasının en parlak örneklerinin standartlarını rahatlıkla tuttururken, politik metni onu bir adım öteye, yılın en iyilerinden biri olmaya taşıyor.
“Kapan / Get Out”
Yön.: Jordan Peele
Oyn.: Daniel Kaluuya (Chris
Yedinci filmi Türkiye’de gelmiş geçmiş en çok izlenen yabancı film rekorunu elinde tutan “Hızlı ve Öfkeli” serisinin sekizinci halkası “Hızlı ve Öfkeli 8 / The Fate of the Furious”, bir kez daha tanıdık karakterleri, hızlı arabaları, abartılı takip sahneleri ve maço tavırlarıyla seyirciyi bir maceranın ortasına atıyor.
Genç yaşta bir araba kazasında hayatını kaybeden Paul Walker’ın seride olmadığı ilk film olan “Hızlı ve Öfkeli 8”de, Charlize Theron’un canlandırdığı Cipher adlı gizemli bir kadın, ekibin lideri Dom’ı ikna edip onu suç dünyasına çeker. Daha sakin bir hayata hazırlanan ekip, Dom’ı gittiği yoldan döndürmek için yeni bir maceraya atılacaktır.
Film, dünyanın her yerinde çok agresif bir dağıtım politikasıyla vizyona girerken, bu şekilde öncüllerinin gişe başarılarını aşmayı hedefliyor. Öte yandan hayranların Walker’sız bir filme vereceği tepki de merakla bekleniyor.
Haftanın diğerleri
Başrollerini hayatını genç yaşta kaybeden Anton Yelchin ile Imogen Poots ve Patrick Stewart’ın paylaştıkları korku ve gerilim filmi “Dehşet Odası / Green Room”, Jeremy Saulnier’ın imzasını taşıyor. Film, Neo-Nazilerin müdavimi olduğu bir barda bir cinayete tanık olan punk grubunun hayatta
Gerçek bir hikayeden yola çıkan filmlerin en yenisi “Aşkın Krallığı / A United Kingdom”, 1940’larda siyaset ve önyargılara yenilmeyen bir aşkı konu alıyor. 1940’larda Londra’da tanışan Afrikalı Seretse ve İngiliz Ruth, ilk görüşte âşık olur ve evlenmeye karar verirler. Ancak bu iki taraftan da kabul görmez: Ruth’un ailesi siyahi bir adamla evlendiği takdirde onu görmeyeceklerini söyler. Afrika ülkesi Bechuanaland’in tahtının varisi Seretse ise beyaz bir eşi halkına ve iktidardaki amcasına kabul ettirmek zorundadır. Bu kadar da değil. Afrika’daki Apartheid hazırlığı nedeniyle Bechuanaland’in mandasında bulunduğu İngilizler de bu fikirden hoşlanmaz ve siyasi oyunlar başlar.
Birbirini seven bir çiftin her yönden gelen baskılara göğüs germesini konu alan film, çok ciddi konulara el atsa da her şeyin pembe “izleyici dostu” boyasına boyandığı yapımlardan biri. En ciddi sorun ve tehditler bile hissedilmediği gibi her şeyin iyi olacağını klişelerin yerleşmesinden çok iyi biliyorsunuz. Dolayısıyla tarihin ilginç bir sayfası, iyi niyetli, naif bir aşk hikayesine indirgeniyor. Filmin en dikkat çekici yanının ise “Selma”da Martin Luther King’i canlandıran David Oyelowo’nun performansı olduğu
Doksanların ünlü animesi “Kabuktaki Hayalet / Ghost in the Shell”, uzun süren yapım sürecinin ardından başrolünde Scarlett Johansson’ın yer aldığı canlı aksiyon yeniden çevrimiyle izleyiciyi bir kez daha insan ve makinenin sınırını sorgulamaya davet ediyor. Ama öncülünden çok daha basit ve anlaşılır bir şekilde ve Hollywood sosuna batırılmış olarak.
Ana karakter, insan beynine ve robot vücuduna sahip Major. Özel bir polis biriminde çalışan Major, bir yandan varoluş sorunları yaşarken diğer yandan ekibiyle birlikte teknoloji firması Hanka Robotic’in üst düzey yöneticilerini öldüren kişinin peşine düşüyor.
“Matrix” serisine fikrini veren 1995 yapımı animasyon, izleyicinin noktaları birleştirme gücüne güvenmesinin yanı sıra siberpunk atmosferini güçlü bir şekilde sağlıyordu. O dönemin teknolojik gelişmelerinin yarattığı belirsizliğe vurgu yapması da kültleşmesinde önemli bir rol oynadı. Yeniden çevrim ise izleyiciye sürekli açıklamalar yapıyor ve öncülünün bıraktığı gri alanlarını siyah ya da beyaza boyuyor. Ayrıca ilk filmin meselelerinin “Matrix”in ardından yeterince tartışılması zamanın ruhunu yakalayan bir yeniden çevrime değil, filmi sıradan bir bilimkurgu aksiyonuna indirgiyor.
Büyük Hollywood bilimkurgularını heyecanla bekleyen izleyicilere müjdeli bir haber değil “Hayat / Life”. Referansları çok: “Yaratık”, “Gün Işığı” ve “Yer Çekimi”. Sonuç ise bu filmlerin özgünlükten uzak bir bileşimini andırıyor.
Bir grup bilim insanı Mars’tan aldıkları toprağı uzay istasyonunda inceler. Doğru atmosfer koşulları oluştuğunda bu örnekte tek hücreli bir canlı keşfederler ve uzayda yaşamın bu ilk kanıtı büyük heyecan yaratır. Kısa süre sonra bu heyecan yerini dehşete bırakır.
Filmde Ryan Reynolds ve Jake Gyllenhaal’ın da aralarında olduğu iddialı oyuncuların canlandırdığı karakterlerin geliştirilmesine hiçbir önem verilmiyor. Aralarındaki ilişkiler veya kim oldukları hakkındaki bilgiler sığ ve karakter gelişimi açısından işlemiyor. Görsellik filmin karakterlerden daha fazla üzerinde durduğu bir konu olsa da, bu konuda çığır açan “Yer Çekimi”nin varlığı “Hayat”ın takdir görmesinin önüne geçiyor. Filmin üzerinde durduğu fikir; “Tanrıcılık oynayan bilim insanlarının belalarını bulmaları” ise 1950’lerden beri muhafazakar bilimkurguların vazgeçmediği bir tema. Her anı bilimkurgu külliyatından tanıdık gelen film, Hollywood’un eski yemekleri karıştırıp ve ısıtıp yeniden
Yeniden çevrim furyasının yeni üyesi “Güzel ve Çirkin / Beauty and the Beast”, 1991 yapımı klasik Disney animasyonun oyuncularla çekilen uyarlaması... Hikaye tanıdık. Lanetlendiği için Çirkin’e dönüşen bir prens ve eşyalara dönüşen şato ahalisinin üzerindeki lanet ancak Çirkin sevip sevilince kalkacaktır. Şatoya bir mahkum olarak gelen Güzel, zamanla Çirkin’le bağ kurmaya başlar. Gerçek güzelliğin insanın içinde olduğu temasını işleyen müzikal film, “Alacakaranlık” serisinin son filmlerinin yönetmeni Bill Condon’ın imzasını taşıyor. Aynı zamanda gay bir karaktere yer veren ilk Disney filmi. Bu bilindik hikaye, Güzel’i popüler oyuncu Emma Watson’ın canlandırmasıyla yeni nesillere ulaşacak. Ancak birkaç modern dokunuş dışında 1991 yapımı filminden fazla uzaklaşmayan bu sadık uyarlama, yakın dönemin masalları değiştirme eğilimine yüz vermiyor.
Film yeni nesillere ulaşmaya çalışsa da heyecan vermeyen bir yeniden çevrimin ötesine geçemiyor. Sinema sürekli aynı masallara dönerek zamanın ruhunu yakalamaya çalıştıkça bu masalın sinemasal olarak en heyecan verici ve zamana direnen versiyonunun hâlâ 1946 yapımı Jean Cocteau filmi olması, işin ikilemi.
“Güzel ve Çirkin / Beauty and the Beast”
Şili sinemasının yaratıcı yönetmeni Pablo Larrain, aynı sezon içinde iki ayrıksı ve başarılı biyografiyi izleyici karşısına çıkardı: Türkiye’de 20 Ocak’ta gösterime giren ve Jacqueline Kennedy’e odaklanan “Jackie” ile bu hafta sinemalara konuk olan Şilili komünist şair Pablo Neruda’yı merkeze alan “Neruda”. İki filmin ortak noktası, alışıldık biyografi kalıplarına sırtlarını çeviren; odaklandıkları kişiliklerin ikilemlerini, gizemlerini gösteren, cevaplar vermekten ziyade soru soran filmler olmaları.
“Neruda”, komünist parti milletvekili şair Pablo Neruda’nın 1940’larda kaçak durumuna düştüğü dönemde geçiyor. Neruda’nın peşinde onu yakalamayı siyasi görüşleri nedeniyle görevi aşan bir saplantıyla isteyen müfettiş Oscar Peluchonneau var. Filmin kurduğu dünya, Neruda’nın politik kimliği, o dönem Şili’sinin atmosferi ve şairin etrafındaki yıldız konumuyla, soğuk bir görev adamının adanmışlığını karşı karşıya getiriyor. Filmdeki kaçma kovalama devam ettikçe, bir yazar biyografisine uygun olarak gerçek ve kurmaca arasındaki sınır kaybolmaya başlıyor.
Larrain, “Neruda”da hayat kesitlerine yer vermek, gerçek olayları takip etmek gibi mevzuları rafa kaldırıyor. Amacı, Pablo Neruda’nın
Marvel çizgi roman evreninin en sevilen karakterlerinden Wolverine, namı diğer Logan, “X-Men” serisinden ayrı filmi “Logan: Wolverine / Logan”da son yalnız macerasıyla hayranlarının karşısında. Film aynı zamanda Hugh Jackman’ın da karaktere vedası anlamını taşıyor. “X-Men Origins: Wolverine” ve “The Wolverine”in ardından gelen “Logan”, bu vedaların ve sonların hakkını veren, karakterin inşa edildiği tüm yönleri barındıran duygusal, heyecanlı ve çok özel bir çizgi roman uyarlaması.
Tehlikeli bir yolculuk
2029 yılındayız. X-Men’ler dünyadan neredeyse silinmiş. Logan şoförlük yaparak 90 yaşındaki Charles Xavier’a bakıyor. Bir gün Meksikalı bir kadın Laura adındaki bir kız çocuğunu bir yere götürmesini istiyor. Charles da bu çocukla ilgilenmesi gerektiği görüşünde. Ancak bildiğimiz Logan, önce direnç gösteriyor, ardından peşindeki kötü adamlardan Laura’yı korumaya başlıyor.
Yaşlanmış, vücudu eskisi gibi iyileşmeyen çaptan düşmüş Logan, 90 yaşında Charles ve 11 yaşında bir çocuğu tehlikeli bir yolculuğa çıkarıp bu hikayeyi heyecanlı, duygusal ve nefes almadan takip edilen bir filme dönüştürmek kolay değil. Ancak X-Men gibi sinemadaki arka planı güçlü, karakterleri ve geçmişlerini