Alman sanatçı Julian Rosefeldt’in aynı adlı video enstalasyonunun filme dönüşmüş hali “Manifesto”, bu eserin daha geniş bir kitleye ulaşmasına vesile oldu. Bunda Cate Blanchett’ın 13 farklı karakteri canlandırmasının ve elbette popülerliğinin rolü büyük. Film, izleyicisine sanat tarihi, ütopya ve metinler arasında sinemasal bir yolculuk vaat ediyor.
Rosefeldt, Komünist Manifesto’dan Dogma ‘95’in manifestosuna onlarca manifestoyu kolajlıyor. Bu kolajlar, Blanchett’ın canlandırdığı televizyon sunucusu, evsiz, ev kadını ve dansçı gibi çeşitli karakterler tarafından izleyiciye meydan okuyarak okunuyor. Bu çok parçalı yapı, izleyiciyi sanatçılar ve düşünürlerin sorunlara meydan okumaları arasında gezdirirken metinlerin güncelliğini koruduğu gerçeğiyle yüzleştiriyor. Enstalasyon sinema kurgusuyla sinemasal bir dile zorlanmadan geçerken “Manifesto”nun en çarpıcı yanlarından biri hissettirdiği şu anda da bir şeylerin ters gittiği ve bu konuda yarattığı aciliyet duygusu.
“Manifesto”, izleyiciden dikkatini talep eden ama bunun ödülü olarak dönemler ve metinler arasında ses kurgusu ve kurgunun da imkanlarını kullanarak zorlanmadan gezinen zihin açıcı bir yapım. Blanchett’ın performansı ise tam
Stephen King’in popüler roman serisinden uyarlanan “Kara Kule”, bilimkurgu ile western öğelerini bir araya getiriyor.
Sinemanın uyarlamayı en çok tercih ettiği ve uyarlamaları kalburüstü sonuçlar veren Stephen King’in aynı adlı roman serisinden uyarlanan “Kara Kule / The Dark Tower”, temelde merkeze iyi ve kötünün savaşını alıyor.
Filmin Idris Elba tarafından canlandırılan ana karakteri Son Savaşçı Şövalye Roland Deschain, kötülüğün temsilcisi Siyah Giyen Adam’la (Matthew McConaughey) savaş halindedir. Siyah Giyen Adam’ın evreni bir arada tutan Kara Kule’yi ele geçirmesi halinde yaşanacak felaketleri önlemek için tek ümit Deschain’dır.
Yapım cehenneminde uzun zaman kalıp yönetmenler arasında gidip geldikten sonra “A Royal Affair”ın Danimarkalı yönetmeni Nikolaj Arcel’e teslim edilen “Kara Kule”, kağıt üzerinde iddialı bir proje. Filmin tek mi kalacağı, seriye mi dönüştürüleceği gişe performansı tarafından belirlenecek. Bilimkurgu ile western öğeleri içeren filmin King’in ve romanların hayranlarını memnun edip etmeyeceği de merak konusu.
“Kara Kule /The Dark Tower”
Yön.: Nikolaj ArcelOyn.: Katheryn Winnick (Laurie Chambers), Idris Elba (Roland Deschain / Son Savaşçı Şövalye),
John Wick”in yönetmenlerinden David Leitch’in ilk “solo” filmi “Sarışın Bomba / Atomic Blonde”, Antony Johnston ve Sam Hart’ın 2012 tarihli grafik romanı “The Coldest City”nin sinema uyarlaması. Filmin onu, sıklıkla karşımıza çıkan ajan aksiyonlarından bir adım öne taşıyan bir yanı yok.
Berlin Duvarı’nın yıkılıp Soğuk Savaş’ın bitmesine ramak kalmış. İngiliz ajan Lorraine Broughton, Berlin’e bir görev için gönderilir. Bütün ajanların kimliklerinin bulunduğu bir liste çalınmıştır ve herkes gibi İngilizler de bu listenin peşindedir. Broughton, Berlin’e gittiğinde buradaki büronun başındaki David Percival’le birlikte çalışmak zorundadır. Ancak ünlü bir çift taraflı ajan nedeniyle kimse birbirine güvenmemektedir.
Ajan filmlerinin en sevdiği izlek olan çalınan ajan listesi bir kez daha bir filmin komplosunun merkezine otururken, “Bomba Sarışın” komplosunu merak ettirmeyi başaramıyor. 1980’lerden bir şarkının çalmadığı bir sahne bulmanın zor olduğu film, cool görünmeye çalıştıkça sıradanlıktan kurtulamıyor. Dönemin Berlin’inin yeraltı ve müzik kültüründen de güç almaya çalışan film, dönemin karikatür temsillerin ötesine de geçemiyor.
“Bomba Sarışın”, Charlize Theron ve James McAvoy’un da
Christopher Nolan iddia yüklü savaş filmi “Dunkirk”te II. Dünya Savaşı’nın zorlu mücadelesini anlatırken yönetmenlik ve teknik açıdan kusursuz, söylem açısından ise vatansever bir üslup tutturuyor
Christopher Nolan’ın “Memento”dan “Batman” üçlemesine “Başlangıç”tan “Yıldızlararası”na uzanan filmografisini basite indirgeyip tarif etmek için tek bir kelime seçsek bu, “iddia” olurdu. Sürekli daha zora, ana akım hikaye anlatımında çetrefilli olana yönelen Nolan’ı, savaş filmi “Dunkirk”e iten de bu hikayenin zorlukları gibi görünüyor.
Önce kısa bir tarih dersi. II. Dünya Savaşı’nın en kritik anlarından birinde Fransa’daki Dunkirk’te mahsur kalan İngiliz ordusu, her kurtulma denemesinde Almanya ordusunun saldırısına uğruyor. Winston Churchill sahildeki yüz binlerce askerden 30 binini kurtarmanın elzem olduğunu söylerken, asker ve sivillerin işbirliği ordunun hemen hemen tamamını bu kapandan kurtarıyor ki, savaşın seyrini değiştiren bir gelişme bu.
Nolan’ın kuralları
Nolan, zamanında Joe Wright’ın “Kefaret”te yaklaşık 20 dakika süren kesmesiz sahneyle verdiği çaresizlik hissini birkaç adım öteye taşıma derdinde. Filmde birkaç askerin, donanma komutanının, askerleri almaya gelen
2011 yaz vizyonunun büyük sürprizi “Maymunlar Cehennemi” serisinin “Maymunlar Cehennemi: Başlangıç” adlı filmle bu sefer maymunların tarafında yeniden başlamasıydı. Seri “Maymunlar Cehennemi: Savaş / War for the Planet of the Apes” ile üçüncü perdesini oynuyor. 2014 yapımı ikinci film “Maymunlar Cehennemi: Şafak Vakti”nin arada kalmışlığını üstünden atan seri, şimdi epik bir savaşı merkeze alıyor ve kaçış sinemasına izlenmesi memnuniyet veren bir örneğini sunuyor.
Film, “Şafak Vakti”nden iki yıl sonra geçiyor. Maymunlar ormanların derinliklerinde yaşamlarını sürdürürken, maymunlara savaş açmış Albay’ın askerleri tarafından izleri sürülür. Liderleri Caesar, bir kez daha kan dökülmemesinden yana olsa da, Albay’ın onu dinlemeye niyeti yoktur.
İkinci filmde seriyi teslim alan Matt Revees, serinin insanları ve yok etme arzularını sorgulayan yaklaşımını sürdürürken özel efekt açısından büyülüyor. Büyük bir savaşa giden adımları güçlü bir müziğin yarattığı atmosfer eşliğinde takip ederken bu savaşın gidişatına dair merakı hiç öldürmüyor. Sonuçta tekil bir karakterle başlayan, ikinci filmde odağını kaybeden seri, üçüncü filmle yeniden kan buluyor.
Medyum kız kardeşler
2013 tarihli
Yakın dönemde önce Sam Raimi imzalı filmlerde Tobey Maguire’ın, ardından Marc Webb’in yönettiği filmlerle Andrew Garfield’ın canlandırdığı Örümcek-Adam, yeni bir aktör (Tom Holland) ve yeni bir yönetmen (Jon Watts) ile yeniden hayat buluyor. Yeni film “Örümcek-Adam: Eve Dönüş / Spider-Man: Homecoming”de bu sefer Marvel Comics’in Avengers karakterlerinin, özellikle de Iron Man’in varlıklarının ve bahislerinin geçtiği bir filmle karşı karşıyayız.
Avengers ekibinde görev üstlenen Peter Parker, May Hala’sıyla yaşadığı ve lisenin güçlükleriyle boğuştuğu hayatına geri dönmüş, bu ekipten yeniden davet beklemektedir. Yerel suçlularla acemice mücadele ederken, silah tüccarı tehlikeli Adrian Toomes, nam-ı diğer Vulture’la yolları kesişir. Bu, henüz güçlerine hakim olamayan, sakarlık yapan Örümcek-Adam için zorlu bir düşmandır.
Marvel evrenine yakışıyor
“Clown” ve “Cop” filmlerinin yönetmeni Jon Watts, Parker’ın ergenlik sürecinin öne çıktığı, genç oyuncu Tom Holland’ın sempatikliği ve perde karizmasından da güç alan bir filme imza atıyor. Lise esprileri, okulda dışlanmak, bir takıma dahil olma arzusu ve kimlik arayışının tema olarak dikkat çektiği film, kötü adamı canlandıran Michael
Zombilerin Şafağı” ve “Sıkı Aynasızlar”la İngiltere’de tür sinemasıyla mizahı benzersiz şekilde kurgulayan yönetmen Edgar Wright, “Tam Gaz / Baby Driver”la bu formülü Hollywood’a taşıyor ve ortaya son zamanların izlenmesi en eğlenceli aksiyon filmlerinden biri çıkıyor.
İsmini bir Simon and Garfunkel parçasından alan filmde, müzik daha ön planda olamaz. Çünkü filmin ana karakteri Baby, çocuklukta geçirdiği bir kazadan kalan çınlamayı kesmek için sürekli müzik dinliyor. Dolayısıyla akıl almaz bir soundtrack’e sahip filmde Baby’nin mesleği soygun sürücülüğü. Baby aslında bu mesleğin meraklısı değil ama suç lordu Doc’a borcunu ödemeye çalışıyor. Bir gün bir lokantada çalışan Debora’ya aşık olunca işler daha da karışıyor.
Film, 1970’ler aksiyonlarının stil sahipliğini, günümüzün cool’luk anlayışıyla bir araya getiriyor. Son dönemlerin vazgeçilmez aksiyonlarının bitmek bilmeyen ve yabancılaştırıcı sahneleriyle kıyasladığınızda filmin müziklerin eşlik ettiği aksiyon sahneleri izleyicinin ilgisini bir saniye bile kaybetmiyor ve heyecanın daha iddialıyla değil, işini bilen bir yönetmenlikle sağlanabileceğini kanıtlıyor.
Baby rolünde Ansel Elgort, filmi rahatlıkla taşıyabiliyor. Yan rollerde
Beşinci filme ulaşması akıl kârı olmayan serinin yeni halkası, özel efekt ve aksiyon şovundan ibaret
Bu yıl Berlin Film Festivali’nin jüri başkanı Hollandalı yönetmen Paul Verhoeven, Hollywood’un yeni dönemde yetişkinlere yönelik ana akım filmler çekmemesinden yakınıyordu. Michael Bay’in oyuncaklardan yola çıkan serisinin beşinci halkası “Transformers 5: Son Şövalye / Transformers: The Last Knight”, Verhoeven’ın yakınışını haklı çıkarmakla kalmıyor, “The Avengers” gibi filmleri olgun başyapıtlar gibi bırakıyor. Filmin saçma sapan bir öykü akışına eklemlenmiş, daha büyük patlama, daha çok aksiyon dışında hiçbir vaadi yok.
Yine de konuyu özetlemeye çalışalım: Dev robot Transformer’lar dünyada iyi karşılanmamaktadır. Ama Mark Walhberg’ün canlandırdığı Cade Yaeger, onlarla dostluğunu sürdürür. Dünya Transformer’ların gezegeninden kötücül bir kadının tehdidi altına girince insanlar, Transformer’larla birlikte çalışıp dünyayı savunurlar. Karman çorman hikaye, uzun ve daha büyük aksiyon sahnelerinin çeşnisine dönüşüyor. İnsanlar arasındaki sahneler diyalog yazımı ve oynanışı açısından sinemanın en kötü uygulanmış klişelerini barındırıyor. Walhberg ve Bay, bunun seriye vedaları