Siyahi matematikçi kadınların mücadelelerine odaklanan “Gizli Sayılar / Hidden Figures”, yarın akşam sahiplerini bulacak Akademi Ödülleri’nde En İyi Film, En İyi Uyarlama Senaryo ve Octavia Spencer ile En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu dalında aday.
“St. Vincent”la tanınan Theodore Melfi’nin yönettiği film, 1960’ların sivil haklar mücadelesi döneminde NASA’da matematikçi olarak çalışan üç kadını; Katherine, Mary ve Dorothy’yi merkeze alıyor. Siyah ve beyazların tuvaletleri başta olmak üzere kamusal alanların ikiye ayrıldığı bir yerde, beyaz kadın ve erkek meslektaşlarının gündelik aşağılamalarına maruz kalan ve hak ettikleri mesleki ilerlemeden mahrum bırakılan bu üç kadın, çok çalışarak yavaş yavaş haklarını elde ediyorlar.
Film, kağıt üzerinde önemli ve iç ısıtan bir öykü sunuyor. Elbette, bu mücadelenin ümit veren ve peşinen sempatiyi hak eden bir yönü var. Ancak film, bu hikayeyi aktarırken klişe ve formüllere sırtını yaslıyor. Hemen hemen her sahnenin gidişatını yeterince Hollywood filmi izlemiş her izleyici tahmin edebilir. Yapım değerleri ve oyunculuk performanslarında ise belli bir seviye yakalanıyor.
Rahat izlenen bir yapım
Filmin bölünmemekle ilgili bir hikaye anlatırken geçtiği
Yılın en iyi filmlerinden biri “Ay Işığı / Moonlight”. Ana dallar dahil kazandığı sekiz Oscar adaylığı, dram dalında En İyi Film Altın Küresi ve yarattığı heyecan boşuna değil. Kimliğini bulma sancıları çeken bir çocuğun büyüme öyküsünü hayatının üç dönüm noktasına odaklanarak gösteren film, izleyicisinin kayıtsız kalamayacağı bir sadeliğe ve etkileyiciliğe sahip.
Filmin ana karakteri Charon, Miami’de siyahların yaşadığı fakir bir mahallede uyuşturucu bağımlısı bir anneyle büyür. Etrafındaki çocuklar tarafından itilip kakılan Charon’u küçükken, ergenliğinde ve yetişkinliğinde geçen üç dönemde takip ederiz.
Film şiddet ve sevgisizlik içinde büyüyen ve kimlik bunalımları yaşayan bir adamı özenli bir yönetmenlikle takip ediyor. Kısa metrajlı filmler ve bir uzun metrajın ardından “Ay Işığı”yla ilk uzun metrajlı filmine imza atan sinemacı Barry Jenkins, Tarell Alvin McCraney’nin bir oyunundan uyarladığı filmde, duygu sömürüsü yapmayan ve gündelik hayattaki şiddete yer açan güçlü bir atmosfer yaratıyor. “Ay Işığı”nın başarısında her oyuncunun etkileyici performanslarının da etkisi büyük. Filmin sade yapısı, çevre şartları ve insan arasındaki bağı göstermede doğru bir seçim. Bunların
Keanu Reeves’in emeklilikten dönmeye zorlanan bir suikastçıyı canlandırdığı “John Wick”, 2014 yılında gösterime girdiğinde hem izleyici hem de eleştirmenlerin sevdiği bir yapıma dönüşmüştü. Köpeğini öldüren ve arabasını çalan adamların peşine düşen Wick’in şiddet dolu intikamının yanı sıra filmin kurduğu suçlu ve suikastçı dünyası da hayal gücünden besleniyordu ve filmi ana akım sinemanın kalburüstü aksiyonlarından birine çevirdi.
Yakaladığı başarının ardından seriye dönüşen John Wick’in ikinci macerası “John Wick 2”de, ana karakterimiz hesaplarını kapatıp eşiyle eskiden mutlu olduğu evine dönüyor. Ancak kaçtığı yeraltı dünyasının kuralları gereğince bir kez daha işe dönmek zorunda kalıyor. Suikasttaki profesyonelliği emekliye ayrılmasına izin vermiyor. Bu arada, amansız bir hesaplaşma başlıyor.
İlk filmin kurduğu karanlık dünyayı ve Keanu Reeves’in az ifade kullandığı oyunculuğuna uygun bir karakter olan John Wick’i sevenler, ikinci filmde aradıklarını bulacaklar. İlk filmin tarif ettiği yeraltı düzeni bu filmde daha da detaylanırken, filmin dövüş ve aksiyon sahneleri koreografileriyle dikkat çekiyor. “John Wick”in ana kadrosunun ikinci filmde de korunması, ilk filmin dünyasına
67. Berlin Film Festivali, ilk gününde Altın Ayı’nın da aralarında olduğu ödülleri dağıtacak jürinin basın toplantısıyla başladı. Bu yıl jüriye ‘O Kadın’ (Elle), ‘Temel İçgüdü’ (Basic Instict) ve ‘Total Recall’un aralarında olduğu filmleri yöneten Hollandalı sinemacı Paul Verhoeven başkanlık ediyor. Jüride Verhoeven’ın yanı sıra Tunuslu yapımcı Dora Bouchoucha Fourati, İzlandalı oyuncu Olafur Eliasson, ABD’li oyuncu Maggie Gyllenhaal, Alman oyuncu Julia Jentsch, Meksikalı aktör ve yönetmen Diego Luna, Çinli yönetmen Wang Quan’an bulunuyor. Berlin’in filmlerinin politik içeriğiyle tanınan bir festival olmasıyla ilgili yorum üzerine Verhoeven filmlerin mesajı değil, kendileriyle ilgileneceğini söyledi. Diego Luna da jüride bulunma nedenlerinin seçimleriyle mesaj yollamak değil, onlara gelen mesajları duymak olduğunu açıkladı.
Meksikalı aktör Luna’ya Trump’ın inşa etmeye çalıştığı duvar konusu da soruldu. Luna, “Burada duvarları yıkmayı öğrenmek için bulunuyorum. Berlin’de bu konunun uzmanları var” dedi. Gyllenhaal da Luna’ya katıldığını ekledi. Paul Verhoeven, gelen bir soru üzerine bu yıl Altın Küre kazanan filmi ‘Elle’in yapım öyküsünü paylaştı. ABD’deki yapım şirketinin
Amerikan bağımsız sinemasının kendi kalıpları içinde tekrara düşen filmlerinin arasında kırk yılda bir “Yaşamın Kıyısında / Manchester by the Sea” gibi bir film çıkageliyor ve izleyiciye küçük hikayeleri ve insan hallerini sadelikten alınan bir kuvvetle anlatıyor. Filmin gücüne kimse kayıtsız kalamadı ve aralarında En İyi Film, En İyi Erkek Oyuncu (Casey Affleck), En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu (Lucas Hedges), En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu (Michelle Williams), En İyi Yönetmen (Kenneth Lonergan) ve En İyi Özgün Senaryo (Kenneth Lonergan) olmak üzere altı dalda Oscar adayı oldu.
Film, apartman görevlisi mesafeli ve duygusuz görünen genç bir adamı, Lee’yi merkeze alıyor. Lee, abisi Joe’nun hayatını kaybetmesinin ardından terk ettiği kasabasına geri dönüyor ve yeğeni Patrick’e destek olmaya çalışıyor. Şartlara rağmen mesafesini koruyan Lee’nin bu durumunun açıklaması geçmişinde yaşanan bir olayda gizli.
“Bana Güvenebilirsin” (2000) ve “Margaret” (2011) adlı iki cevherin yönetmeni Lonergan, üçüncü filmi “Yaşamın Kıyısında”da bir karakter nasıl anlatılır konusunda yönetmenlik dersi veriyor. Casey Affleck’in büyük bir başarıyla canlandırdığı Lee’nin hayatının iki dönemi arasında kartlarını
Issızlığın ortasında bir ev, bakıma muhtaç bir çocukla yalnız bir kadın ve evde yaşanmaya başlanan tuhaf olaylar... Naomi Watts’ın başrolünde yer aldığı gerilim filmi “İçeride / Shut In”, türün bütün klişelerinin bir araya geldiği bir yapım.
Üvey oğlu Steven bir kazada felçli kalan psikolog Mary, hastalarından Tom adlı küçük bir çocuğun önce ona sığınıp sonra kaybolmasının ardından tuhaf olaylara şahit olur. Bir kar fırtınası onu dünyanın geri kalanından iyice koparır.
Yönetmen Farren Blackburn, “İçeride”de ters köşeye yatırmayı hedefleyen sürprizlerden borulardan gelen seslere gerilim türünün defalarca denenmiş formüllerini birbiri ardına sıralıyor. Ancak bu klişelerin filmi izlerken yarattıkları genel etki, tahmin edilebilir akışın ötesine geçemiyor. Dolayısıyla klişelerin doğru ve başarılı şekilde kullanılmasının önemini ve kullanılmadığında ortaya çıkan sonucun vahametini düşündürüyor.
“İçeride / Shut In”
Bilindik biyografilerin dışında bir film yaratmak için bütün bileşenler Jacqueline Kennedy’ye odaklanan “Jackie”de mevcut: Adanmış bir oyuncu (Natalie Portman), uzun bir zamana değil kısa dönemlere odaklanmak (Kennedy suikastının hemen öncesi ve sonrası) ve vizyonu ile imzası olan bir sinemacının kalıplara hapsedilmemesi (Pablo Larrain). Yapımcı Darren Aronofsky’nin Şili sinemasının yükselen ismi Larrain’e emanet ettiği filmde, Jackie hakkında cevaplar değil, sorular var.
Film, birkaç olaya ve görüşmeye odaklanarak Jacqueline Kennedy “muamması”nı çözmeye gayret ediyor. Mesela onu ABD’nin sevgilisine çeviren Beyaz Saray turu, Kennedy suikastının anları, sonrasında bir gazeteciye verdiği söyleşi, bir rahiple konuşması ve Kennedy’nin cenaze merasimi hazırlıkları gibi…
Daha önce Oscar adayı “No” başta olmak üzere “El Club”, “Neruda” ve “Post Mortem”in aralarında olduğu etkileyici bir filmografiye sahip Şilili sinemacı Pablo Larrain, sosyal olayları, baskı mekanizmalarını, hayattaki gri alanları görebilen ve karanlığa meyilli bir sinemacı.
Jacqueline Kennedy’nin hikayesinde ise dehşeti, imaj yaratımını, hayalleri ve sorgulayan güçlü bir kadını görmüş ve gördüğü hiçbir şeye de tam
Uzun süre yapım aşamasında kalıp sonra hayata geçirilen projelerin çoğunun hayal kırıklığıyla sonuçlanması kuralının istisnası değil “Uzay Yolcuları / Passengers”. 2007’den beri çeşitli yönetmen ve oyuncularla gündeme gelen projede, Jennifer Lawrence ve Chris Pratt gibi popülerliğinin zirvesinde iki oyuncuya rağmen senaryo zaaflarının önüne geçilememiş. Filmin Norveçli yönetmeni Morten Tyldum, ülkesinde çektiği “Headhunters”ın ardından Hollywood’a transfer olmuş ve 2014 yılında “Enigma”yı çekerek popüler sinemaya beğenilen bir ilk adım atmıştı. “Uzay Yolcuları”yla popüler sinemadaki kariyerini zayıflatıyor.
Bir hayal kırıklığı
120 yıl sonra Dünya’nın bir kolonisine varacak bir uzay gemisinde Jim Preston adlı yolcu zamanından 30 yıl önce teknik bir arıza nedeniyle uykusundan uyanır. Preston yeniden uyumanın bir yolunu bulamaz ve uyuyan yolcular arasında görüp aşık olduğu New York’lu yazar Aurora’yı da kaderine ortak eder. İkili uzay yolculuklarına baş başa devam ederler.
Jim, gemideki yalnızlığı bölümlerinde Ridley Scott’ın uzayda bir başına ayakta kalmaya çalışan eğlenceli kahramanı “Marslı”nın Mark Watney’ini andırıyor. Bu tanıdık ama izlenebilir bölümden sonra filme Aurora’nın