Biri Iraklı biri ABD’li iki askeri dar bir mekanda karşı karşıya getiren “Sniper: Duvar / The Wall”, ekonomik hikayesine rağmen gerilimi ayakta tutmayı başarıyor.
Yarının Sınırında / Edge of Tomorrow” ve “The Bourne Identity”nin yönetmeni Doug Liman, “Sniper: Duvar / The Wall”la dar alanda geçen gerilimli bir savaş filmi sunuyor. “The Wall”, savaşla ilgili iyi niyetli ama didaktik mesajlarıyla dikkat çekse de ekonomik hikayesine rağmen gerilimi ayakta tutmayı başarıyor.
Yıl 2007. Irak Savaşı’nın sonları ve yeniden inşa süreci başlamış. Isaac ve Matthews adlı iki asker, öldürülen bir inşa ekibin peşinden gittikleri bir yerde Iraklı bir keskin nişancının olduğunu fark ederler. Kendisini zorlukla sağlam olmayan bir duvarın arkasına atan Isaac, burada bir hayatta kalma savaşı verecektir.
Film, ağırlıklı olarak bir duvarın arkasında ve telsiz konuşmaları eşliğinde geçiyor. Liman’ın popüler sinemadaki hüneri böylesine kısıtlamalara sahip bir hikayenin tansiyonunu ve akışını sağlıyor. Aaron Taylor-Johnson, tehdit altındaki asker rolünde filmi tek başına idare etmeyi başarıyor. Irak Savaşı’nın üzerinden yıllar geçmesinin de sonucunda film, metin olarak bu savaşın nedenlerini ve
İlk 1930’larda başlayan “Mumya” filmleri 1990 sonlarındaki seriyle de izleyicilerin aklında yer etmişti. Antik Mısır, firavunları ve lanetlerinden yola çıkan filmlerin en yenisinde seriye Tom Cruise ve Russell Crowe’un başını çektiği isimlerle taze kan vermek hedefleniyor. Sonuç 1990 sonu filmlerinden çok farklı olmasa da, serinin yeni nesil izleyiciden de kendisine takipçiler edinmesi söz konusu olabilir.
Kötücüllüğü ve ölüm tanrısıyla yaptığı anlaşmanın sonucunda canlıyken mumyalanan ve Mısır’dan çok uzağa gömülen Mısır Prensesi Ahmanet, bir şekilde dünyaya dönmenin bir yolunu aramaktadır. Günümüzde Tom Cruise’un canlandırdığı asker Nick ve Dr. Henry Jekyll’ın ekibi, kendilerini Ahmanet’in karşısında bulur ve onu durdurmaya çalışırlar.
Eski gizemler, lanetler ve macera ruhuyla ilerleyen fantastik film “Mumya / The Mummy”, bir kez daha aksiyon filmlerini izlenir kılan aktörlerden Tom Cruise’un karizmasına sırtını yaslıyor. “Indiana Jones” serisi ve “Mumya”nın benzerleri sıklıkla karşımıza çıktığı için filmde tanıdık gelmeyecek herhangi bir özgünlük bulunabildiğini söylemek mümkün değil.
Vampir istilasına devam
2010 yapımı kıyamet sonrası vampir filmi “Vampir Cehennemi / Stake
Patty Jenkins’in (“Cani”nin yönetmeni) imzasını taşıyan, kadın yönetmen tarafından çekilen kadın süper kahraman filmi “Wonder Woman”, DC Comics evrenine başarılı bir halka ekliyor. Film, eğlenceden fazlasını vaat etmese de Batman ve Süperman gibi ticari sinema izleyicisine bilindik kahramanlar arasına bir tazelik getirmeyi başarıyor.
Wonder Woman’ın köken hikayesini izlediğimiz film, mistik bir adada yaşayan sırf kadınlardan oluşan Amazon toplumunun küçük prensesi Diana’nın annesi tarafından savaşmadan yetiştirilme çabalarıyla başlıyor. General Antiope tarafından gizlice eğitilen Diana, annesinin de onayıyla savaş becerilerini geliştiriyor. Savaş, I. Dünya Savaşı’ndan adaya düşen ABD casusu Steve Trevor’la kapılarına geliyor. Bu savaşın Ares’in marifeti olduğunu düşünen Diana, onu yenmek için Trevor’la birlikte savaşın kalbine bir yolculuğa çıkıyor ve insanlar, savaş, dram ve 20. yüzyıl dünyasıyla tanışıyor.
Filmin akıcılığı ve rahat izlenmesinde en büyük paye Wonder Woman’ı canlandıran Gal Gadot’un etkileyici performansında gizli. Film, Wonder Woman’ın insanlık dramlarını görmesi ve modern dünyadaki şaşkınlığının yarattığı komedi ve elbette aksiyonla ilerlerken, akılda
Serüvenine 2003 yılında başlayan ve Johnny Depp’in çok sevilen Kaptan Sparrow portresiyle izleyicinin sevgisini toplayan “Karayip Korsanları” serisinin beşinci filminde bir kez daha hikayenin merkezinde Jack Sparrow var. Yönetmenliğini seride ilk kez yönetmen koltuğuna oturan Norveçli Jachim Ronning ve Espen Sandberg’in üstlendikleri “Karayip Korsanları: Salazar’ın İntikamı / Pirates of the Caribbean: Dead Men Tell No Tales”da, Jack Sparrow’un peşine eski bir düşmanı olan Armando Salazar düşüyor. Salazar denizlerdeki tüm korsanları ortadan kaldırmakta kararlı. Sparrow da bu durumdan kurtulmak için Poseidon’ın asasının peşine düşüyor. Ancak bu asayı ele geçirmesi halinde denizlerin kontrolünü Salazar’dan alması söz konusu olabilecek.
Filmin seriyi sonlandırıp sonlandırmayacağı henüz belli değil. Başta haberler hemen altıncı filmin çekildiği yönünde olurken bunun hazırlıklarının başlamadığı ve bu filmin Sparrow’un son macerası olabileceği belirtilmişti. Ancak serinin yeni yönetmenleri devam filmlerinin muhtemel varlığından bahsediyorlar. Eleştirmenler özgünlüğü çok önceden kaybeden seriden çoktan ümidi kesti. Nitekim film zayıf eleştiriler aldı. Ancak filmin ABD gişesinde yaptığı
Büyük kuramcı Karl Marx’ı merkeze alan Haitili yönetmen Raoul Peck “Genç Karl Marx / Le jeune Karl Marx”ta, onun Friedrich Engels’le arkadaşlığını ve kuramın oluşma sürecini işliyor.
Bu yıl belgesel dalında Oscar adayı “I Am Not Your Negro”nun yönetmenliğini de üstlenen Peck, bu filmde ABD’de siyahların hak mücadelelerini konu alırken “Genç Karl Marx”ta da tarihin başka bir dönüm noktasını işliyor.
1840’lardayız. Eşi Jenny ve çocuklarıyla yeni bir gazete kurulunca Almanya’dan Paris’e gelen Marx, burada Engels’le arkadaşlık kurar. Marx ve Engels dönemin politik ortamında kendi seslerini ve ideolojilerini yavaş yavaş ve emin adımlarla bulurlar. Marx’ın eşi Jenny de bu iki arkadaşın kuramlarını geliştirmelerinde önemli bir rol oynar. Film, onların Paris yıllarında başlayıp “Komünist Manifesto”yu yazma sürecine uzanıyor.
Peck’in amacı iki kuramcının hayatını rahat akan ve izlenen bir biyografiye çevirmek. Yönetmenin “Komünist Manifesto”nun yazım süreci veya politik tartışmalardan heyecan yaratma çabası çoğunlukla sahte hisler yaratsa da filmin dönemi işleme açısından ilginç olduğu söylenebilir. Film, Marx ve Engels’in yanı sıra değişimin eşiğindeki Avrupa’da ideolojilerin doğum
Ridley Scott’ın bilimkurgu türüne sunduğu “Blade Runner”ın dışındaki büyük eseri “Alien” (1979-1997) serisi, üç yönetmenin devam filmleriyle evrenini sağlamlaştırmıştı. Scott, 2012 yılında serinin öncesindeki olayları konu alan “Prometheus”la kurduğu miti açıklama çabasına girmiş ancak bu film, seriye tatmin edici bir devam filmi olamamıştı. “Prometheus”tan 10 yıl sonra geçen “Yaratık: Covenant / Alien: Covenant”ın ardından Scott’ın çizmeye çalıştığı yeni resim netleşmeye başladı. “Yaratık: Covenant”, “Prometheus”u hem sinema hem Alien evrenine sadakat hem de hikaye örgüsü anlamında katbekat aşan bir yapım. Film, Covenant gemisinin mürettebatının yaşadıklarını merkeze alıyor. Koloni kurmak üzere bir gezegene giden uzay gemisi, bir sinyalin peşine düşünce yerleşimi çok uygun bir gezegen buluyor. Buraya indiklerinde onları bekleyen kötü bir sürpriz var: Evriminin başındaki xenomorph’lar, namı diğer Alien’lar.
Scott, xenomorph’ların nereden ve nasıl geldiğine dair birçok soruyu cevapladığı filminde korku, bilimkurgu ve bazı yerlerde B-tipi film ruhunu zorlanmadan yakalıyor. Bu filmde de Alien’larda mücadelede öne çıkan bir kadın kahraman, Daniels. Film, serinin metin anlamında kadın
Geçen yılki Cannes Film Festivali yarışmasının skandal filmi “Gerçeğin İki Yüzü / The Last Face”, festivalin gelmiş geçmiş en kötü eleştirmen yıldızlarını almıştı. Bütün bu olumsuz görüşleri ve yuhalamaları sonuna kadar hak eden film, Sean Penn’in yönetmenlik kariyerinin karanlık dip noktası.
Film, Afrika’da gönüllü doktorların yer aldığı bir vakfın kurucusunun doktor kızı Wren’in cerrah Miguel’le tanışıp âşık olmasını konu alıyor. Bu aşkı 10 yıl arayla iki zaman ekseninde anlatan film, büyük insanlık dramlarını fona alıp bu aşkın iniş çıkışlarına hizmet eden sıradan bir malzemeye dönüştürüyor.
“Gerçeğin İki Yüzü”, Hollywood’un muhalif aktör ve yönetmenlerinden Sean Penn’in büyük bir körlük içinde çektiği etik açıdan her anı utanç verici bir film. İki beyaz doktorun aşklarının kaderini ameliyat masalarında veya savaşta hayatını kaybeden Afrikalıların katliam görüntülerinden daha fazla umursamamızı bekleyen film, bu beklentisiyle kan donduruyor. Wren ve Miguel’in aşklarına yer veren klip gibi görüntülere uzun bir seyir süresi ayırırken bir tane Afrikalı karakteri tanıtmaya zaman bulamıyor. Afrika’ya Batılı bakışını eleştiren tiratlara yer verirken bu bakışın bin beterine sahip film,
Paris’te yaşayan orta yaşlı bir felsefe profesörünün uzun evliliği aniden biterse ve şartlar gereği kendisini bütün bağlardan kurtulmuş bulursa nasıl hisseder? Yönetmen Mia Hansen Love ve profesör Nathalie’yi canlandıran Isabelle Huppert’in “Gelecek Günler / L’avenir”de buna verecek kolaycı bir yanıtları yok. Özgürlük mü, boşluk mu? Bir tür donma hali mi, duygu seli mi? İzleyiciyi bu sorularla meşgul eden “Gelecek Günler”, geçen yıl Berlin Film Festivali’nden En İyi Yönetmen Ödülü’yle dönen; zarafet, derinlik ve inceliğin birleştiği o çok az rastlanan filmlerden.
Dramın sınırlarında
Nathalie’nin eşi, genç öğrencisi, sorunlu annesi ve çocuklarıyla ilişkisini işlerken izleyiciyi onun duygu durumunu sorgulamaya iten “Gelecek Günler”, bir tek Fransız sinemasının en özgün isimlerinden Mia Hansen Love’ın çekebileceği bir film ve bir tek Isabelle Huppert’in hakkını verebileceği bir karaktere sahip.
Orta yaşı geçmiş entelektüel ve güçlü bir kadın ve hayatının düzeni bozulduğunda onu bekleyen “gelecek günler” nedir konusu üzerinden son yılların en ilginç ve izlemeye doyamadığınız kadın karakterlerinden birini sunan film, dramın sınırlarında dikkatle ilerliyor. Hansen Love’ın özenli ve