Gülen Cemaati’nin üst örgütlenmesiyle ilgili her geçen gün fotoğraf netleşiyor ve daha çok detay görmeye başlıyoruz. Çok tuhaf bir husus var dikkatimi çeken: Cemaat, düşman ilan ettiği odaklara tıpatıp benziyor aslında.
3 apayrı başlık sayabilirim Gülen Hareketi’nin şeytanlaştırdığı:
1) İran
2) TSK
3) Masonlar
Halbuki aslında üçüyle de farklı açılardan örtüşüyorlar. 1) İran hep en uzak durdukları ülke. Hatta birini kötülemek için ‘İrancı’ tabirini kullanmaktan çekinmeyen bir hareket Gülen Hareketi. (Bkz Hakan Fidan) Oysa Fethullah Hoca’nın müritleriyle yaptıkları konuşmalar, verdiği talimatlara bakınca kendini İran’ın dini lideri gibi konumlandırdığını görüyoruz. Türkiye’nin Ayetullah’ı olmak istiyor Gülen. Yani Türkiye’nin genel politik çizgisini kendi belirlesin, silahlı kuvvetler onun denetiminde olsun, yargı, polis onun talimatlarıyla şekillensin. Kısacası bu gün Ali Hamaney İran’da ne ise Fethullah Gülen de Türkiye’de o olsun.
2) TSK ile de emir-komuta zinciri bakımından örtüşüyor hareket. Büyük bir disiplin ve bağlılıkla yukarıdan aşağı hareket eden bir örgütlenme fotoğrafı çıkıyor cemaatle ilgili ortaya. Ancak bu yukarıdan aşağıya hareket kâğıt üzerindekinden farklı. Kendi içlerinde bir hiyerarşi var. Bu anlamıyla da KCK için çizdikleri ‘Paralel yapılanma’ şeması ile örtüşüyorlar. Hani belediye başkanlarının temizlik görevlilerinden talimat aldıkları iddiasını ortaya atmışlardı, bizler de üzerinde durmuştuk o iddianın. İşte böyle, imamların emniyet müdürlerinin, hâkimlerin üzerinde olduğu bir yapılanma.
3) Hiç hazzetmedikleri Masonlar’la ise gizli örgütlenme açısından benziyorlar. Sivil toplum ayağı, sempatizan olan işadamları biliniyor ama esas kilit noktalardaki karar vericiler bilinmiyor. Kim nerenin sorumlusu, yapı içinde görevlendirme nasıl gibi noktalar karanlık.
Ergenekon’u unutturmayız!
Son günlerde Türkiye’de askeri vesayetle mücadelenin temelini oluşturan Ergenekon ve Balyoz davalarıyla ilgili çok önemli bir tartışma yürütülüyor. Bir süredir ‘temizlenme temiz olmalı’ diyenler (ki ben de yaklaşık bir yıldır bu konuda yazıyor ve konuşuyorum) yargı süreçleriyle ilgili ciddi şüpheler ortaya koyuyorlar. TÜBİTAK’ın 5 No’lu hard-diskle ilgili son raporu bu şüphelerin en güncel ve somut olanı. Adalete ciddi bir güvensizlik var ülkede.
Ancak tüm bunlar Türkiye’de son yıllarda yaşanan sivilleşmenin önemini hiçbir şekilde azaltamaz. Ak Parti’nin asker ve uzantıları eliyle devrilmek istendiğini unutturamaz. Karanlık yapıların bu ülkede dindarlara da, Ermenilere de, Alevilere de hayatı zindan ettiğini örtemez. 2003’te Başbakan Erdoğan’ı ve Ak Parti’yi devirmek için hangi evlerde kimlerin ne toplantılar yaptığı, patrikhanenin önünde her gün kimlerin ne sloganlar attığı, daha sonra aynı kişilerin nasıl Hrant Dink’i mahkeme önünde linç etmeye çalıştığı, kimlerin büyük bir hevesle darbe hayalleri kurduğu dün gibi hafızamızda. Böyle bir manzarayı kimse unutturamaz! Öte yandan böyle bir Türkiye’den kurtulmak, temizlenmek için mücadele eden bizleri kendi karanlık hesaplarına alet edenlerden de hesap sormasını biliriz!
Bu ülkenin çivisi çıkmış
Neresinden tutacaksın? İş almak için, yargıda başına bela almamak için bir dini liderin kapısına giden işadamları bir yanda, başka alanlarda iş almak için medyaya para yatıran iş adamları diğer yanda... Hatta bazen kesişiyor da isimler. Önce cemaatin korkusuyla onlara televizyon binası yaptıran, sonra da hükümete yakın olmak için gazete alımına sponsor olan da var! Tablo çok vahim... Devlet küçülmeden, yargı adalet dağıtır hale gelmeden, birey güçlenmeden, serbest piyasa koşulları tesis edilmeden imkânı yok iflah olmaz bu topraklar!
Vesayete karşı AB
2014 ile 2004 arasında şöyle bir benzerlik var: İki yıl da Türkiye’nin AB’ye yaklaştığı yıllar. 2004 müzakerelere doğru gittiğimiz, Brüksel’in en çok bakılan dış merkez haline geldiği yıldı. 2014 de öyle olacak. Geçtiğimiz günlerde Başbakan Erdoğan’la birlikte gerçekleştirdiğimiz Brüksel ziyaretinden sonra ‘AB ile ikinci balayı’ diye yazmıştım...
2004 ilk balayıydı. 2014 ikinci balayı olacak. Çünkü bu iki yılın ortak bir noktaları mevcut: 2004’te Türkiye askeri vesayetin avucunda bir ülkeydi. Ak Parti iktidarı ve Başbakan Erdoğan’ı indirmek için askerler türlü planlar yapıyorlardı. İşte bu askeri vesayete karşı AB politikasına tutundu Ak Parti. Çok da iyi etti.
2014’te ise askeri vesayeti geride bırakmış bir Türkiye var artık. Ancak... Bu defa da onun yerini almaya aday bir cemaat vesayeti ile karşı karşıya. Ve işte yine bir vesayet girişimine karşı AB’ye yaklaşıyor Başbakan.
Bu, vesayetten temizlenmenin hukuk çerçevesinde kalmasını sağlayacak bir denge-fren sistemi sağlaması açısından çok önemli. Başbakan’ın Brüksel seyahatinin ardından Fransa Cumhurbaşkanı Hollande’ın Türkiye ziyareti, Cumhurbaşkanımız Abdullah Gül’ün geniş kapsamlı ve başarılı İtalya temasları ve Başbakan’ın önümüzdeki günlerde gerçekleştireceği Almanya gezisi bu yolda karşılıklı bir niyet olduğunu gösteriyor.