Edirne Valisi Dursun Şahin İsrail’in Mescid-i Aksa’ya düzenlediği saldırıya kızıp şehirde restore edilen sinagoğu müzeye çevirme kararı almış. Bu kararı alırken de şunları söylemiş: “Mescid-i Aksa’nın içinde savaş rüzgârları estiren o eşkıya kılıklı insanlar Müslümanları katlederken biz de onların sinagoglarını yapıyoruz. İçimde büyük bir kinle söylüyorum bunu...” Sözlerini gerisini alıntılamayı hem içim kaldırmıyor hem de gereksiz buluyorum. Türkiye değişiyor derken maalesef hâlâ köhnemiş zihniyetler orada burada karşımıza çıkıyor.
Neresinden tutsak ki bu anlayışın? Ey vali, Mescid-İ Aksa’ya saldıranları bu ülkenin Yahudi vatandaşlarıyla nasıl bir tutarsın? Sen öyle yaparsan yarın öbür gün Avrupalı ya da Amerikalı da seni kafa kesen IŞİD’cilerle aynı kefeye koyunca onun haksız olduğunu nasıl iddia edebilirsin? İbadet etme hakkı temel insan hakkıdır, nasıl kafana göre bunu yasaklayabilirsin? İnsanları ibadet yerlerinden nasıl mahrum edebilirsin? İsrail’in bir terör devleti olduğunu defalarca yazmış bir gazeteci olarak soruyorum: Terörist bir anlayışın kabul edilemez uygulamasını nasıl bir dinin bütün mensuplarına aitmiş gibi gösterebilirsin?
Türkiye’de devlet anlayışı
Temkinli bir şekilde kalkıyor, iki adım atıyor, sonra yine poposunun üzerine oturuyordu bizim Yasemin. Ne zaman üçüncü adımı atmaya kalksa Ela fırtına gibi koşup kardeşini bir kol darbesiyle yere deviriyordu. Sonunda dayanamadı. İkizinin tehdidine rağmen geçen hafta gözü kararttı ve iki adım sonra oturmamak üzere yürüme kararı aldı. Şimdi bir görseniz... Birlikte bir o yana, bir bu yana süzülüp duruyorlar. Kıskançlık, rekabet, cesaret, kararlılık. Kısacası hayata dair ne varsa hepsi gözümün önünde bir tiyatro şeklinde geçit yapıyor sanki. Bizim pıtırlar bana yaşamayı özetliyorlar adeta.
Ah yaşamak! Her şeyin özü ve hepsi esasen... Kelimenin gerçek anlamıyla: Yaşamak. O yoksa hiçbir şey yok. O varsa gerisi bir şekilde olur. Ya da... Olmasa da olur... Ama modern yaşam öyle bir tuzak ki! Bu laflar klişe geliyor hepimize. Halbuki tek gerçek bu.
Geçen hafta rutin göğüs kontrolü için ultrasona girene kadar modern insan virüsü yine bünyemde tavan yapmıştı. Ta ki radyoloğun aynı noktada dakikalarca durup, ‘Bir şey mi görüyorsunuz?’ soruma robot gibi ‘Evet, burada bir şey var. Siz bir MR çektirin’ cevabını verene kadar... O laftan, mamografi ile ikinci kez ultrason çektirip
Başbakan Davutoğlu, Hacı Bektaş ziyaretinin ardından kendisine eşlik eden gazetecilere yaptığı açıklamada, önemli bir ‘zihniyet dönüşümü’ne vurgu yaptı: Psikolojik olarak aşmamız gereken şey Sünni çoğunluğun, Alevi/Bektaşililiği dışarıda, farklı ve öteki görmesi. Alevilerin aşması gereken şey de acılar üzerinden aidiyet kurmak. Bu devlet bizim, bu siyaset bizim demeliler
‘Bizim yolumuz Hz. Ali’nin, Hz. Hüseyin’in, Hz. Hasan’ın ve bütün 12 imamın yoludur” diyen, Bektaşi Ocaklarını kapatan 2. Mahmud’u eleştirip “Bektaşi geleneğinin sürmesi bizim gücümüzdü” tespitinde bulunarak resmi tarihe meydan okuyabilen, “Dersim modern bir Kerbelaydı” betimlemesi yapan, tek tipçi anlayışlara yüksek sesle karşı çıkan, çoğulcu bir toplumu tarif eden, engin bir birikimle Aleviler’i ve esasen tüm farklılıkları kucaklayan bir konuşma yaptı dün Başbakan AhmetDavutoğlu Hacı Bektaş’ta.
Hacı Bektaş’ın benim için ayrı bir yeri vardır. Çocukluğumun yazlarını babamın işi dolayısıyla Nevşehir’e yakın bir yerde geçirirdik ve rahmetli babam bizi belli aralıklarla Hacı Bektaş türbesine götürür, türbeyi ve Bektaşiliği anlatırdı. Sünni Türk bir aileye doğmuş bir çocuktum ama farklılıkların
Türkiye tarihinin en uzun MGK toplantısı geçtiğimiz perşembe günü yapıldı. Tam 10 saat 25 dakika! Diğer konular bir yana, en çok merak edilen mesele şuydu: Acaba “paralel örgüt” diye ifade edilen yapı Kırmızı Kitap olarak bilinen Milli Güvenlik Siyaset Belgesi’ne girecek mi, girmeyecek mi?
MGK’dan iyi haber alan gazeteciler gireceğini yazmış olsalar da cemaat medyası bunu inkâr ediyor. Hatta ısrarla “Erdoğan ve AKP dışında kimsenin bizimle problemi yok. Devlet ve TSK bize karşı değil” tezini işliyor.
Peki, gerçek ne? Cemaatin Ergenekon ve Balyoz döneminde her gün yüklendiği bugün ise sürekli yakınlaşmaya çalıştığı Genelkurmay bu mevzuya nasıl bakıyor? Hakikaten paralel yapı tehdidinin Kırmızı Kitap’a girmesine Genelkurmay karşı çıkıyor mu?
31 Ekim Cuma akşamı bambaşka bir sebeple bir ortak arkadaşım vesilesiyle Genelkurmay’ın üst düzey bir ismiyle aynı ortamdaydım. Bulmuşken ona bütün soruları sordum. O yetkili daha önce basınla hiçbir temasının olmadığını ve basınla görüşme izni olan birimlerin bu konuda konuşabileceğini söyledi ama belli ki çok doluydu. Yazmamak üzere konuşmaya başladık fakat muhakkak yazılması gereken şeyler anlatıyordu. Ben ısrarla bunları yazmanın
Dışarıdan ve kaba bir bakışla görünen şu: Barzani yönetimi ve PYD IŞİD krizi üzerinden güç birliğine gidiyor. Halbuki bu yalnızca görünen. Arka planda başka bir fotoğraf var...
Birçok birbiriyle ilintili gelişme aynı anda yaşanıyor: Duhok’ta bir toplantı yapılıyor ve daha önce anlaşamayan PYD ve KDP’nin desteklediği ENKS (Suriye Kürt Ulusal Koalisyonu) masaya oturuyor. Bu masada 30 kişilik bir siyasi karar mekanizması oluşturmak için el sıkışılıyor. Halbuki daha önce iki kez Erbil anlaşması imzalanmış ve hayata geçirilememişti.
Öte yandan Türkiye üzerinden bir koridor açılıyor ve peşmergenin buradan PYD’ye destek için Kobani’ye gitmesi karara bağlanıyor. Halbuki PYD daha önce ısrarla peşmergeyi istemediğini belirtiyordu.
Neler oluyor? PYD-PKK ve Barzani güç birliğine mi gidiyor? Kürtler nihayet bir ittifak kurabilecek mi? Peki, bu ittifak Türkiye’nin aleyhine mi olacak? Bu soruların cevapları için yukarıda anlatılan gelişmelere ‘öte taraftan’ baktım. Hem PYD’ye hem de Barzani’ye yakın kaynaklarla görüştüm. Durum bu yakadan göründüğü gibi değil!
Silah üstünlüğü Barzani’de
Öncelikle PYD. Kendisini tam anlamıyla köşeye sıkışmış hissediyor. Görüştüğüm kaynağa göre, PYD
Kobani ile ilgili onlarca haber arasında hak ettiği ilgiyi göremeyen bir tanesi vardı: Boğaziçi Üniversitesi’nde yüksek lisans yapan sosyolog Suphi Nejat Ağırnaslı IŞİD ile savaşta yaşamını yitirdi. Ağırnaslı ‘dağda savaşan PKK’lı’ denince aklımıza gelen profilin tam tersi. Şehirli, iyi eğitimli, senatör bir dedenin torunu. Kısacası, Hatip Dicle’nin işaret ettiği ‘fırtına gençlik’ tanımına hiç uymuyor. Zaten onlardan değil. Başka bir kesimi, başka bir aidiyeti temsil ediyor. Bunu biraz açmak istiyorum...
Kobani, şehirli, kendini solda tanımlayan küçük bir kesim arasında adeta bir ‘şehitlik makamı’ gibi algılanır oldu. Kimse bir akademisyeni o şiddete iten sebeplerden irkilmiyor, aksine Türk solu buna övgüler diziyor. Hatta benim de mezun olduğum Boğaziçi’nden bazı solcu akademisyenler Ağırnaslı’ya ‘yoldaş’ diye başlayan cümlelerle iltifatlar yağdırıyor. Geçen akşam bir yemekte bu övgülere, bu ‘şiddet romantizmine’ maalesef şahit de oldum. Bu şiddeti sorgulayan, lanetleyen yok. Demokrat bir akademisyen nasıl olur da eline silah alıp ölmeye ve öldürmeye gider diye soru soran yok. Peki, nedir bunun sebebi?
Bence temel sebep eğitimli şehirli Türk solcusunun çöküş psikolojisi.
IŞİD’in Kobani’yi kuşatması üzerine başlayan eylemlerde Diyarbakır’da ölümle sonuçlanan çatışmalarla adını yeniden duyuran Hüda-Par’ın pozisyonunu Hizbullah ana davasının avukatı Sıdkı Zilan anlattı.
Diyarbakır’da krizin tüm taraflarına teker teker gittim. Dün PKK’nın pozisyonu ve çatışmalarla ilgili görüşünü DTK Eş Başkanları Hatip Dicle ve Selma Irmak’tan aktardım. Daha önceki gün Diyarbakır Emniyet Müdürü Halis Böğürcü’ye mikrofon uzattım. Bu gün de sıra Hüda-Par cephesinde. Olaylardan sonra sırra kadem basan Hüda-Par bundan sonra ne yapacak? IŞİD’le bağlantılı oldukları iddiasına ne diyorlar? Yaşananlardan sonra çalışmalarına devam edebilecekler mi? Hizbullah ana davasının avukatı, Kürdistan İslami Hareketi Azadi’nin kurucularından Sıdkı Zilan yanıtladı.
Olaylar nasıl patladı? Hüda-Par’a yakın bir derneğin mensuplarının birkaç gazeteciyi dövdüğü, bunun örgüt tabanını provoke ettiği söyleniyor, doğru mu?
Bu konuda görgüye dayalı bir şey diyemem. Hüda-Par’ın kuruluşundan bu yana, PKK yapılanması olan YDG-H’nin saldırısına uğradığı, öncesi ve sonrasında bu partiye yakın derneklerin Adana, Mersin, Diyarbakır ve diğer Kürt illerindeki şubelerinin yakıldığını
DTK Eşbaşkanı Hatip Dicle, ‘Bu insanlar şiddet ortamında büyümüş. Akılla her şeyi kontrol altında tutamıyorlar. Biz bile bazen onların saldırısına muhatap oluyoruz’ dedi
4 gün boyunca Türkiye’ye göz açtırmayan şiddet ve vandalizm dalgası bir anda durdu. Peki neydi bunca hunharlığa, kitlelerin bu kadar gözünün dönmesine sebep? PKK ve Hüda-Par arasında yeniden başlayan bir gerilim, yeniden bir PKK-Hizbullah kavgası mı var? Devlet neden hedef alınıyor? Görünür aktörler mi bu gerilimi yaratıyor yoksa gizli bir el mi var Türkiye’yi karıştırmaya çalışan?
Bütün bu soruların cevaplarını bulmak ve ne olduğunu anlamak için ‘kıyametin merkezi’ne gittim. Diyarbakır’da taraflarla görüştüm. Dün Emniyet Müdürü Halis Böğürcü ile yaptığım röportajla başladım. Bugün PKK-HDP cephesine uzattım mikrofonu. DTK eşbaşkanları, Kürt siyasetinin deneyimli ismi Hatip Dicle ve Selma Irmak’la konuştum. Dicle, KDP’nin Türkiye’ye başvuru yaptığını, açılacak koridordan Kobani’ye silah ve peşmerge getirmek istediğini teyit ettiğini söyledi.
Ortalık yangın yerine döndü. PKK tabanı çok saldırgan davrandı. Neden böyle oldu? Demirtaş’ın çağrısıyla ilgili bir pişmanlığınız var mı?
- Hatip Dicle: Biz