Kobani ile ilgili onlarca haber arasında hak ettiği ilgiyi göremeyen bir tanesi vardı: Boğaziçi Üniversitesi’nde yüksek lisans yapan sosyolog Suphi Nejat Ağırnaslı IŞİD ile savaşta yaşamını yitirdi. Ağırnaslı ‘dağda savaşan PKK’lı’ denince aklımıza gelen profilin tam tersi. Şehirli, iyi eğitimli, senatör bir dedenin torunu. Kısacası, Hatip Dicle’nin işaret ettiği ‘fırtına gençlik’ tanımına hiç uymuyor. Zaten onlardan değil. Başka bir kesimi, başka bir aidiyeti temsil ediyor. Bunu biraz açmak istiyorum...
Kobani, şehirli, kendini solda tanımlayan küçük bir kesim arasında adeta bir ‘şehitlik makamı’ gibi algılanır oldu. Kimse bir akademisyeni o şiddete iten sebeplerden irkilmiyor, aksine Türk solu buna övgüler diziyor. Hatta benim de mezun olduğum Boğaziçi’nden bazı solcu akademisyenler Ağırnaslı’ya ‘yoldaş’ diye başlayan cümlelerle iltifatlar yağdırıyor. Geçen akşam bir yemekte bu övgülere, bu ‘şiddet romantizmine’ maalesef şahit de oldum. Bu şiddeti sorgulayan, lanetleyen yok. Demokrat bir akademisyen nasıl olur da eline silah alıp ölmeye ve öldürmeye gider diye soru soran yok. Peki, nedir bunun sebebi?
Bence temel sebep eğitimli şehirli Türk solcusunun çöküş psikolojisi. Türk solu hiçbir zaman toplumsal tabanlı bir hareket olmadı. Marksist akademisyen Yüksel Taşkın’ın da belirttiği gibi, hep bir aydın hareketi olarak kaldı. Kitlesel taban kazanmak için anti-sol Türk ya da Kürt milliyetçisi unsurlarla ittifak etmek mecburiyetinde hissetti kendini.
Öte yandan, 1960 sonrası dönemde medyada ve akademide bir entelektüel hegemonyası vardı. Siyasette değil ama kültür alanında iktidardı sol. Sağcılar hep aşağılandı ve dışlandı. Nitekim sağ cenah hâlâ da bu ezikliği aşabilmiş değildir. Uzun süre aydın olmak demek solcu olmak demekti Türkiye’de. 90 sonrasında da ‘soldan dönme liberallerin’ entelektüel hegemonyası başladı. Şimdi o dönem de bitti... Solcuların veya sol kökenlilerin hiçbir alanda iktidarı ve itibarı kalmadı. Hem sosyalistler hem de soldan dönme liberal bilinenler büyük bir manevi çöküş yaşıyor. Bu çöküş de onları Ağırnaslı sendromuna kadar getirdi. Geçmişin en itibarlı sol grubu Birikim ekibi bile silahlı yöntemleri kutsar bir dil kullanmaya başladı. Çok üzücü bir son bu.
Bu ikiyüzlülük sürdükçe dünyanın bombası yetmez!
Mosab Hasan Yusuf ismi Filistinliler arasında şeytanla eşdeğer. Yusuf, Hamas’ın kurucularından Şeyh Hasan Yusuf’un oğlu. Hamas’a çalışırken İsrail ajanı oluyor ve yıllarca babasının yanından karşı tarafa en kritik bilgileri sızdırıyor. Onun sızdırdığı bilgilerin Hamas’ın onlarca saldırısını önlediği söyleniyor. Hasan Yusuf deşifre olduktan sonra babası tarafından reddedildi. 2010’da otobiyografisini yazdı, ABD’den sığınma hakkı istedi, dinini değiştirerek Hıristiyan oldu ve Kaliforniya’ya taşındı.
Bu hikâyeye şimdi neden değindiğime gelince... Yusuf birkaç gündür yine Batı medyasının gündeminin en tepesine oturdu çünkü hikâyesi Green Prince (Yeşil Prens) ismiyle ki bu onun İsrail istihbaratı Shin Bet’teki kod adıydı, belgesel film olarak çekildi.
Yusuf’u perşembe akşamı CNN International’da meşhur Christiane Amanpour’un konuğu olarak izledim. Midem bulandı. Programda Yusuf’un yaptıkları kahramanlaştırılıyor, Hamas yerden yere vuruluyor ve İsrail göklere çıkarılıyordu. Hamas’ın uyduruk kasam füzelerinin tehlikelerinden uzun uzun bahsediliyor ancak daha birkaç ay önce bebek, çocuk, kadın demeden binlerce sivili katletmiş olan, yıllar içinde dünyanın gözünün önünde bir halka adeta soykırım uygulayan bir terörist yönetimin tek bir kusuru ağza alınmıyordu.
Maalesef Batı böyle bir çifte standarda devam ettikçe İslam dünyasında öfke artıyor. Ortaya IŞİD gibi Müslümanlara büyük zarar veren canavarların çıkması için elverişli bir ortam doğuyor. Siz İsrail’in katbekat daha büyük olan şiddetini yok sayarak Hamas’ı lanetlerseniz yalnızca Hamas’ı meşrulaştırırsınız. Batı bunu anlamadıkça yukarıdan 150 ülkeyle operasyon yapsa ne yazar...