Temkinli bir şekilde kalkıyor, iki adım atıyor, sonra yine poposunun üzerine oturuyordu bizim Yasemin. Ne zaman üçüncü adımı atmaya kalksa Ela fırtına gibi koşup kardeşini bir kol darbesiyle yere deviriyordu. Sonunda dayanamadı. İkizinin tehdidine rağmen geçen hafta gözü kararttı ve iki adım sonra oturmamak üzere yürüme kararı aldı. Şimdi bir görseniz... Birlikte bir o yana, bir bu yana süzülüp duruyorlar. Kıskançlık, rekabet, cesaret, kararlılık. Kısacası hayata dair ne varsa hepsi gözümün önünde bir tiyatro şeklinde geçit yapıyor sanki. Bizim pıtırlar bana yaşamayı özetliyorlar adeta.
Ah yaşamak! Her şeyin özü ve hepsi esasen... Kelimenin gerçek anlamıyla: Yaşamak. O yoksa hiçbir şey yok. O varsa gerisi bir şekilde olur. Ya da... Olmasa da olur... Ama modern yaşam öyle bir tuzak ki! Bu laflar klişe geliyor hepimize. Halbuki tek gerçek bu.
Geçen hafta rutin göğüs kontrolü için ultrasona girene kadar modern insan virüsü yine bünyemde tavan yapmıştı. Ta ki radyoloğun aynı noktada dakikalarca durup, ‘Bir şey mi görüyorsunuz?’ soruma robot gibi ‘Evet, burada bir şey var. Siz bir MR çektirin’ cevabını verene kadar... O laftan, mamografi ile ikinci kez ultrason çektirip doktorumu görene kadar geçen 3 günde uzun bir uykudan uyandım sanki. Yasemin ve Ela ne hızlı büyüyorlarmış meğer! Hayat ne kadar da boyutluymuş.. Hele günler ne uzun, ayrıntılar ne fazlaymış! Annemi ve kardeşimi ne seyrek görüyormuşum ben... En önemli şeyleri yapmamak için ne çok, ne uyduruk bahaneler buluyormuşum... Hepsini, hepsini bir kristal berraklığında gördüm. Hayatımı bir cam küre gibi elime aldım. İçine baktım. Her parçası çok güzeldi. Kızlarım, Rasim ve ailem için çok dua ettim. İtiraf etmek gerekirse onlar için değil de bencilce kendim için, onlarla daha çok beraber olabilmek için dua ettim.
3 gün sonra anlaşıldı ki radyoloğun gördüğü bir şey değilmiş. Ne tuhaf... Her şey aynı ama her şey yeni sanki şimdi. O küre hâlâ elimde. Biliyorum modern hayat beni yine onu unutmaya zorlayacak ama şimdilik kararlıyım. Sıkı sıkı tutuyorum.
Mahcubiyet darbecileri aklamaz
Türkiye’nin önünü açabilecek, gerçek bir temizlenme, hakiki bir hesaplaşma olabilecek davaların nasıl heba edildiğini, haklı bir zemin kullanılarak nasıl içinin boşaltıldığını sadece Balyoz davasının seyrini izleyerek dahi görüyoruz. Çok yazık! Bu ülkede darbe ve darbecilerden hesap sorulabileceğine inanan bizler nasıl da heyecanlanmıştık, nasıl da desteklemiştik bu davaları... Bir yanda darbeyi meşru gören anlayış, darbecileri aklayıp davaların açılmasına karşı çıkanların naraları... Diğer yanda ‘İlk kez darbeleri yargılıyoruz’ diyerek orduda tasfiye operasyonuna girişenler... Aradaki seslerin de ilk grubun çırpınışları olduğunu düşünüyorduk.
İşte böyle böyle hakikaten de darbecileri aklamaya çalışanlar, darbeyi suç olarak görmeyenler galip duruma geldi yavaş yavaş. Paralel yargının ayıplarının mahcubiyeti şimdiki yargı mensuplarını bir şal gibi sarıyor. Kamuoyu yorgun ve kendini aldatılmış hissediyor. Sonuç: Balyoz’un yeniden görülmesi ‘dostlar alışverişte görsün’ tadında sürüp gidiyor.
İki sene önce darbeyi önleme kavgasına tutuşan iki komutan Hilmi Özkök ve Aytaç Yalman’ın değişen ifadeleri tek başına bu trajediyi anlamaya yeter. Halbuki 26 Eylül 2012 tarihli Akşam gazetesinin manşetinde Aytaç Yalman’ın İsmail Küçükkaya’ya söylediği ‘Hilmi Paşa’nın kaç tankı vardı ki’ sözleri yer alıyordu. Yazıya göre Yalman darbeyi Hilmi Özkök’ün önlediği iddialarını NTV’de seslendiren Küçükkaya’yı aramış ve ‘Darbeyi gerçekten siz mi önlediniz?’ sorusu üzerine ‘Bilmem, Türk ordusu tek kişi değildir. Tek Genelkurmay Başkanı da değildir. Ucuz kahramanlık kimseye yakışmaz. Türk ordusu demek Kara Kuvvetleri Komutanlığı demektir. Hilmi Paşa’nın kaç tankı tüfeği vardı’ sözlerini sarf etmişti.
Yalman geçtiğimiz pazartesi mahkemeye verdiği ifadede bu sözlerle ilgili olarak ‘Gazetecinin talihsizliği’ dedi. Yani haberi yalanladı. Halbuki bildiğim kadarıyla 2 sene boyunca o haberi hiçbir şekilde tekzip etmemişti. Yine de hafızam beni yanıltabilir diye hemen İsmail Küçükkaya’yı aradım. Yalman’ın kendisini yalanlayan ifadesini benden duydu Küçükkaya. ‘Hayır, kesinlikle haberi tekzip etmedi, hiçbir itiraz gelmedi bunca zaman boyunca’ dedi.
Aynı Aytaç Yalman plan semineriyle ilgili olarak da gazetemizin yayın yönetmeni Fikret Bila’ya bu açıklamadan yaklaşık bir sene sonra da 3 günlük seminerin bir gününde emrine aykırı olarak EMASYA Planı’nın görüşüldüğünü söylemiş ve ‘Emrime aykırı olarak bu semineri yapan ve bu seminerin yapılışında her türlü bilgi ve belgeyi benden gizleyenler niçin itham edilmiyor’ diye sormuştu. Halbuki mahkemeye ‘Seminer emrini ben verdim’ dedi.
Kısacası, hava dönünce, paralel yapı bu davaların içini boşaltınca komutanlar da ağız değiştirdi. Ama bu kez aldanmamalıyız! 2003’ün komuta kademesindeki havayı, seçilmiş hükümete karşı askerin tanımaz tavırlarını hepimiz hatırlıyoruz. Askeri vesayetin yerine kendini konumlandırmak isteyen paralel vesayet, darbecileri kendine kalkan yaparak topyekun bir tasfiye operasyonu yapmak istedi. Halbuki hakikat ikisinin arasında. Balyoz Davası’nın çapı çok daha dardır ama içi boş değildir. Adil yargılama ile suçluları aklama arasındaki kalın çizginin gözden kaçmaması için mahcubiyetin yarattığı körlüğe teslim olmamalıyız.