Erdoğan Türkiye’yi değiştirmek istiyor. Türkiye’nin de değişime ihtiyacı var. Eski inançlar, alışkanlıklar, kurumlar, yasalar, tavırlar, Türkiye’yi refah ve mutluluk hedefine ulaştırmaya yeterli değil. Her şey çatırdıyor. Herkes bunun farkında.
Alttan gelen ve AKP’yi seçmiş olan güçlü bir talep var değişim için. Erdoğan bunu biliyor. Gittikçe yükselen özgüveninin ve kavgacılığının arkasındaki neden budur.
Belki öyle görünmüyor ama bu dönüşümü gerçekleştirmede başarılı olmasını çok isterim. Ancak biliyorum ki olamayacak. Çünkü “kutunun içinde” düşünmeye devam ediyor.
Eski, denenmiş ve başarıya ulaşmamış yöntemlerle, düşünce kalıplarıyla, yetersiz kadrolarla yeni işler yapmaya çalışıyor. Bu nedenle reformcu olmak istemesine rağmen olamıyor. Çoğunlukla daha önce yapılanları tekrarlıyor. Kürt açılımı gibi bütün önemli girişimleri infilakla başlayıp iniltiyle sona eriyor.
‘Şimdi sıra bizde’ diyorlar
Eskiyi sürdürürken yaptıklarından biri “Her iktidar kendi zengini yaratır” politikasını devam ettirmektir. “Şimdi sıra bizde” hesabıyla devletin kaynaklarını akrabalarına, yandaşlarına tahsis ediyor.
Askerin elini politikadan çekmesinin Türkiye’yi demokratikleştireceğini inananlara şaşıyorum.
Asker elini politikadan tamamen çekse, darbe planladığı iddia edilenlerin hepsi hapse tıkılsa ve hatta ordu lağvedilse Türkiye demokratikleşmez.
Demokrasi olması için liberal insanlar ve kurumlar gerekir.
Liberal, özgürlük ve hak eşitliğine inanan kişidir. Türkiye’de sağlıklı bir demokrasi yaratacak sayıda liberal yok.
Olacağı da yok. Özgürlük, eşitlik ve rasyonellik yok geleneğimizde bir defa. Bu topraklarda Sokrat, Voltaire, Magna Carta, Fransız ihtilali olmadı. Feylesoflar, bilim adamları yetişmedi.
Her ne kadar Batılıyız desek de hâlâ Doğu toplumuyuz. Çoğumuzun ilişkilerini itaat, biat, kulluk, tarikat, takiye gibi kavramlar şekillendiriyor. Erdoğan’ın kızgınlığının nedeni bu kavramların daha egemen olmamasıdır. Bir tarikata veya ideolojiye tutunmazsak ayakta durmayacağımızı sanıyoruz çünkü bireyselliğimiz gelişmiş değil.
Size dünyada on birinci en iyi yatırım ortamına sahip ülke hangisidir diye sorsam büyük olasılıkla bilmeyeceksiniz.
Ama “Bil bakalım 73’üncü kim?” diye sorsam Türkiye olduğunu tahmin edersiniz. Birçok dünya sıralamasında bu pozisyona yakınız çünkü.
Bir ülkede iş yapmanın ne kadar kolay olduğunu belirleyen yatırım ortamının kalitesidir. Yüksek olması ekonomik büyümeyi olumlu etkiler. Yabancı sermaye girişlerinde de etkendir.
Türkiye’de hükümetler hep yatırım ve büyümeye adanmış olduklarını söyler ama hiçbiri gerekli önlemleri almak için pek fazla bir şey yapmaz.
Yatırım ortamı gökten zembille inmez. Kanunlar, yönetmenlikler, uygulamalar, tavırlarla belirlenir.
Siyasi bir seçeneğin sonucudur. İyi bir ortam kurulur veya kurulmaz. İktidarın iradesine kalmış bir konudur bu. İradesine ve ne kadar iyi, akıllı dürüst olduğuna. Dünya Bankası’nın uluslararası “İş Yapma” endeksi şirket kurma, inşaat izinleri, istihdam, tapu tescil işlemleri, kredi alma, vergi ödeme, dış ticaret rejimi, yargının kalitesi, iş kapatma kategorilerini kapsıyor.
Türkiye 73. sırada
Ozanköy
Tanrı yok ve insan dünyaya bir defa gelir diyorlar, ama benim birine şükretmem gerek.
Bu ıslak taş duvarlar için. Bu servi için. Duvarlardan sokağa sarkan sarı ve beyaz yaseminler için. Margarin tenekesinde büyüyen frezyalar için. Dağlara yaslanan bulutlar için. Yağmur için. Denizin bittiği yerde görünen sıra dağlar için.
Cennetin yeryüzündeki temsilcisi olan bu bahçe için.
Hava kararınca ışıklandırılan manastır için. Şöminenin yanındaki bakır kazanın içindeki odunlar için. Telaşla kaçan uzun bacaklı örümcek için. Kedi gibi mırlayan buzdolabı için.
Yorgunluğumu geçirmek için bekleyen yatak için.
Şöminenin önündeki koltuğun üzerinde, elime alınmayı bekleyen, Paul Dirac’ın biyografisi için, açılmayı bekleyen lamba, yakılmayı bekleyen mum, sürülmeyi bekleyen kolonya, adımları bekleyen halı, giyilmeyi bekleyen kaşmir şalvar için.
Bu yıl kendinize bir iyilik yapmak istiyorsanız kalp ve şeker hastası olmamak için önlem alın.
Profesör Altan Onat ve arkadaşlarının yaptığı araştırmaya göre, Türkiye’de her yıl 750 bin civarında insan kalp ve şeker hastalarının arasına katılıyor.
Ülkemizdeki ölümlerin yarısından çoğunun nedeni kalp hastalıklarıdır.
Kalp ve şeker hastalıklarına tutulmakta Avrupa’da şampiyonuz.
İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa Tıp Fakültesi emekli öğretim üyelerinde olan Onat, “Avrupa’da kalp ve şekerde başta geldiğimiz 90’lardan beri biliniyor. Hekimlerimiz bunu doğalmış gibi karşılıyorlar. Önlenmesiyle kimse meşgul olmuyor” diyor.
Onat, bu hastalıkların Türkiye’ye has özelliklerini tespit etmek amacıyla 1990’dan bu yana Türkiye’nin muhtelif yerlerinde, 3 bin 700 erkek ve kadının hayat tarzını inceliyor. Bu belki de Türkiye’de tıp sahasında yapılmış en uzun soluklu ve kapsamlı araştırmadır.
Kadınların ‘kalbi kırık’
Uluslararası derecelendirme kuruluşlarının Türkiye’nin notunu yükseltmesi son zamanlarda ekonomide meydana gelen en olumlu gelişmedir. Derecelendirme bir ülkenin dış kaynaklardan alabileceği kredinin kaynağını, miktarını ve fiyatını belirleyen en önemli etkenlerden biridir.
Birçok derece var ama, esas olan, yatırım yapılabilir dereceye sahip olunup olunmadığıdır. Bu derecenin altındaysanız çıkardığınız Hazine bonosu gibi borçlanma kâğıtlarının alıcısı kısıtlıdır. Uzun vadeli yatırım yapan güçlü birçok fon yatırım yapılabilir seviyenin altında olan ülkelerin kâğıtlarını almaz. Daha çok “yüksek risk, yüksek gelir” prensibiyle hareket eden yatırımcılar için çekici olursunuz.
Türkiye derecelendirilmeye başladıktan sonra sadece 1992 ve 1993 yıllarında yatırım yapılabilir seviyede idi. 1994 krizinde notu yatırım yapılabilir seviyenin altına indirildi. O gün bugündür, yani 16 yıl, kırmızı çizginin altında yaşıyor.
Üç büyük derecelendirme kuruluşu var. Bunlardan Fitch Rating’e göre Türkiye halen “yatırım gradosu”nun bir, Standard & Poor’s ile Moody’se göre iki derece altındadır. Hükümet doğru politikaları uygulamaya devam eder, genel seçimlerden önce halk yardakçısı politikalar
İngiliz gazeteci Ludovic Kennedy, arkasından, “iyilikler yapmaya çalıştı ama becerememiş olabilir” denmesini istiyormuş. Birkaç ay önce doksan yaşında ölen Kennedy ünlü bir gazeteci ve televizyon habercisiydi ama asıl ünü yargı sisteminde haksız cezaya çarptırılmış kişileri aklamak için verdiği kavgalara dayanıyordu.
Elli yıl boyunca haksızlığa uğrayanlar için mücadele etti. Kötü polis ve yargıçların, delil çarpıtan savcıların başına bela oldu. Bu doğrultuda televizyon filmleri yaptı, kitaplar yazdı.
Sık sık Goethe’nin (1749-1832) sözlerini tekrarlardı: “Kim ki güçlü cezalandırma dürtüsüne sahiptir ondan kuşku duyulmalıdır.”
Masum oldukları halde mahkûm edilen kişilere karşı Avrupa’da ilk savaşı veren Fransız düşünürü Voltaire’dir (1694-1778).
Voltaire zamanında Fransa’da yargı sistemi çok ilkeldi. Dedikodu delil sayılıyor, tek bir kişinin ifadesine dayanılarak, başka kanıt aranmaksızın, insanlar asılabiliyordu.
Adalet duygumuz zayıf...
Yıllarca önce bir gün Ankara’da Süleyman Demirel’e ordu ile siviller arasındaki bitmez çekişmenin arkasında ne olduğunu sordum.
1980 darbesinden sonraydı. Askerler Başbakan olan Demirel’i alaşağı etmiş ve siyaset yapmasını yasaklamıştı.
Ankara Kavaklıdere’deki evinin zemin katında, görüşme odası olarak kullandığı, sayısız kır at heykeli ve resmiyle süslü, meşhur salonda idik. Başını çevirip biraz düşünmüş sonra bana dönüp bir kelimeyle cevap vermişti: “İktidar.”
1960 darbesinden sonra askerler iktidarı sivillerle paylaşmaya başladı. Hükümetler siyasetçilerle askerler arasında gizli birer koalisyon oldu. Hâkim ortak askerlerdi. Bütçelerinde bağımsızdılar, yargı denetiminin dışındaydılar ve parasal ve diğer hesap vermek sorumlulukları yoktu. Önemli birçok konuda son sözü onlar söylüyorlardı. AKP bu koalisyonu bozdu. Askerleri koalisyondan attı ve dizginleri eline almaya başladı.
Erdoğan iktidara askerlerin gölgesinde hükümet etmemeye kararlı gelmişti. Erbakan’a yapılanı kendine yaptırmayacaktı. Devletin bütün kurumları üzerinde hâkimiyet kuracaktı. Herkes sivil otoriteye tabi olacaktı.
Bu amacı gerçekleştirmek için kararlı adımlarla ilerlemekte. Erzincan Başsavcısı’nın