Avrupa’nın en büyük ahşap binası. Büyükada’da Rum Ortodoks Patrikhanesi’ne ait bir yetimhane.
Başka bir dine ve ırka ait oldukları için onlara vatandaş muamelesi yapmayı reddeden bir hükümet 1964’te binaya el koydu. O kadar acele boşaltıldı ki çocuklar ayakkabılarını bile giyemeden binayı terk ettiler.
Patrikhane’nin “tüzel kişiliği yoktur” savı ile yetimhane Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün mülküne geçirildi.
Avrupa’nın en eski dini kurumu olan, Osmanlıların İstanbul’un fethinden başlayarak bünyesine aldığı Patrikhane nasıl oluyor da “tüzel kişiliksiz” oluyordu, kimse sormadı.
Bina önce talan edildi. Kuyruklu piyanonun kapağını bile götürdüler. Sonra çürümeye terk edildi ve viraneye döndü.
Uluslararası çevre merkezi
Patrikhane binanın iadesi için Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne başvurdu. Mahkeme “dostane” anlaşmaya varılması için Türkiye’ye iki defa mühlet verdi. Erdoğan, yanında Bülent Arınç ve Egemen Bağış’la birlikte bir Büyükada gezisinde binayı gezmiş ve harap haline üzülmüştü. Ama o bile her şeye muktedir değilmiş. Dışişleri ve Genelkurmay karşı çıktığı için sulh olunamadı.
Türkiye mahkeme kararı ile kendi vatandaşının malına uyguladığı işgali sona erdirme ayıbını yaşadı.
Patrik bina geri alındığında orada uluslararası çevre merkezi kurmayı planlıyor. Başbakan kendisine yardımcı olacağını söylemişti. Umarım sözünü hatırlar.
Bu ülkede azınlık diye küçümsediğimiz, hor gördüğümüz, kötü muamele yaptığımız ve mensupları gittikçe azalan topluluklar var. Bunların birçok gayrimenkulüne el konuldu. Bu konuda uluslararası mahkemelerde aleyhimizde açılmış davalar var.
Meclis bu kara lekeyi silmelidir demek istiyorum ama silmeyeceğini biliyorum. Büyük üç partinin her birinde derin devlet nefretçileri var. Başta CHP’liler, böyle bir girişime geçit vermezler.
Üç Osmanlı liman kenti
Tarihçi arkadaşım Philip Mansel kasımda İngiltere’de satışa çıkacak Levant adlı kitabında üç Osmanlı liman kentinin, İzmir, İskenderiye ve Beyrut’un tarihini anlatıyor.
Müsvedde halinde iken okuma şansına sahip olduğum bu kitap Osmanlı yönetimi altında bu kentlerde Müslüman, Hıristiyan ve Yahudilerin nasıl uzlaşma şemsiyesi altında birlikte yaşadıklarını anlatıyor. Ticareti ideallerin, pragmatik olmayı ideolojik olmanın önüne koymuşlar, Osmanlı da onları desteklemişti.
Milliyetçilikten ve geleneksellikten uzak yaşamayı becererek birer servet, keyif ve özgürlük merkezi olarak pencerelerini dünyaya açtılar. İzmir ticaret, kültür ve yaşam kalitesi açısından İstanbul’un önüne geçti.
Sonra şemsiye kalktı. İzmir yakıldı, İskenderiye Mısırlılaştı, Beyrut ise iç savaşta yerle bir oldu.
“Azınlık”lara reva gördüğümüz muamele gösteriyor ki bazılarımız hâlâ İzmir’in ateşe verildiği günlerde yaşamaya devam ediyor.
NOT: Çarşamba günkü yazımdan sonra Kürşad Tüzmen’le bir telefon konuşmam oldu. Tüzmen “Partide kapalı kapılar ardında en ağır tartışmaları ben yaparım. Tek kalsam da mücadele ederim. Ancak parti olarak bir karar alındıktan sonra ferdi olarak davranmam. İçeride alınan karara uyarım. Ama içeride ne isem dışarıda da oyum” dedi.
Bu arada bir de maddi hatayı düzeltmek istiyorum. Kürşad Tüzmen Dış Ticaretten Sorumlu Devlet Bakanı idi. Sanayi ve Teknoloji Bakanı değil.