Global finans krizinin öğrettiği derslerden biri büyüyen bir ekonomiyi idare etmenin bazen kriz içinde olan bir ekonomiyi kurtarmaktan zor olduğudur.
Ekonomi güçlük içinde iken herkesin gözü hükümetin üstündedir. Sorunlar nispeten şeffaf bir ortamda tartışılır. Önlem alınması için rasyonel bir ortam oluşur. Toplumun birçok yerinden feryatlar yükselse de herkes yüreğinde kemer sıkmadan başka bir yol olmadığını bilir.
Ekonomi büyür, işler iyi giderken durum çok farklıdır. Hata yapmak için geniş alanlar ortaya çıkar. Gözler nöbeti biten askerler gibi gevşer. Herkes hayatının tadını çıkarmaya, para kazanmaya bakar. Zenginlik başa vurmaya başlar. Büyük çıkar çevreleri politikacıları manipüle etmeye, politikacılar da “herkes zengin oluyor ben niye olmayayım” diye düşünmeye başlar.
Bir zamanlar herkesin gıpta ile izlediği İrlanda’da olan budur. Zenginliğin başa vurması.
İrlanda 1980’lerde Batı Avrupa zenginlerinin en yoksulu idi. Sonra siyasi partiler, işveren ve işçi sendikaları ve hatta kilise, ulusal bir kalkınma programı üzerinde anlaştı. Ülke akıllı politikalarla çok uluslu şirketler için cazibe merkezi haline getirildi, yabancı sermaye kaldıraç gibi kullanılarak üçüncü
Wikileaks’e teşekkür borcumuz var. Türkiye adına casusluk yaptı, bir açıdan bakarsanız.
Aşağı yukarı AKP döneminin tamamını kapsayan yıllarda ülkemizdeki ABD temsilciliklerinden Washington’a yollanan birçok belgeyi çaldı ve Türkiye’ye “Al, oku, öğren” dedi.
Çokbilmişlerin “Ne var bu belgelerde, bunları zaten biliyorduk” demesine aldırmayın. Bu kriptolar sayesinde ABD’nin Erdoğan hükümeti ve bu hükümetteki bazı aktörler hakkında ne düşündüğünü, AKP dış politikasının nasıl değerlendirildiğini ve birçok başka konuyu öğrenmiş olduk.
Uluslararası ilişkilerde karşı tarafın ne düşündüğünü bilmek en önemli kozlardan biri olduğuna göre bu evraklar altın değerindedir. Diplomatik tebessümlerin, sıcak el sıkışmaların, nazik açıklamaların arakasındaki gerçekler bu kâğıtlarda yazılı olanlardır. Bazı gözlemciler Türkiye’de görev yapan diplomatların Washington’a yolladığı mesajların sığ ve kalitesiz olduğunu iddia ediyor. Bana göre bu doğru olmaktan çok uzaktır. Amerika, Türkiye’deki gözleri ile genellikle olanları olduğu gibi, hatta zaman zaman bizim göremediğimiz berraklıkta görüyordu bence.
Türkiye fotoğrafı
İşte AKP yönetiminde bir ayağı Batı’da diğer ayağı İslam’da olan Türkiye’nin
Zengin bir tüccarın eşi olan abla köye, fakir bir çiftçi ile evli kız kardeşini ziyarete gelir.
Şehir hayatının rahatlığını, çocuklarının giydiği zarif elbiseleri, yedikleri lezzetli yemekleri anlatır, övünür. Küçük kız kardeş içerler. “Hayatımı seninki ile değişmem” der. “Sıkıcı olabilir ama tasasızdır. Siz debdebeli bir hayat sürebilirsiniz ama sürekli endişe içindesiniz.”
Kadının kocası Pokhom kulak misafiridir. “Tek derdimiz toprağımızın az olması. Yeteri kadar toprağım olsa şeytandan bile korkmam” der. Şeytan sobanın arkasında gizlidir. “Öyle mi?” der. “Sana yeteri kadar toprak verelim bakalım.”
Şeytan Pokhom’un şansını açar. Köyün zengini kadından 100 dönüm toprak satın alarak arazi sahibi olur.
Bir akşam evlerinde bir yolcuyu misafir eder. Misafir Volga’nın kıyısında ekinlerin at boyu büyüdüğünü, toprağın ucuz olduğunu anlatır.
Pokhom satıp savar, Volga’nın kıyısında 400 dönüm satın alır. Artık durumu çok iyidir ama hâlâ halinden memnun değildir.
Bir gün seyyar bir tüccar ona uzaklarda, Başkirlerin yaşadığı bakir topraklardan bahseder. Bu topraklar o kadar geniştir ki insan bir sene durmadan yürüse sonuna ulaşamaz. Ama Başkirler saftır, birkaç rubleye ellerinden
Milliyet’in geçen ayın başında haber verdiği gibi Enerji Bakanlığı’nın Kore Elektrik Enerjisi Şirketi KEPCO ile Sinop’ta yapılması planlanan nükleer santral konusunda sürdürdüğü görüşmeler başarısızlıkla sonuçlandı.
Bir Enerji Bakanlığı yetkilisinin sözleri ile şimdi “Yeni rota Japonya’yı gösteriyor.”
Daha spesifik olmak gerekirse bakanlığın Sinop’ta yaptırmayı düşündüğü santral ile ilgili görüşmeler konusunda KEPCO’nun boşalttığı koltuğa dünyanın en büyük nükleer şirketlerinden biri olan
Toshiba oturacak.
Ama Toshiba o koltukta ne kadar oturursa otursun sonuç değişmez.
KEPCO’nun işi kabul etmemesinin nedenleri -ki bu nedenler geçerlidir- Toshiba ve diğer bütün ticari nükleer şirketler için de geçerlidir. Bu nedenle bu görüşmeler de er geç başarısızlıkla sonuçlanacak. Ve bu kısa bir süre içinde olacak.
Çünkü:
V. S. Naipaul’un harika kitaplar yazmak dışında ikinci en iyi yaptığı şey insanları kızdırmaktır.
Veya, İngiliz bir gazetecinin sözleri ile “Gerçekleri söyleyip düşman kazanmak.”
Bir zamanlar en iyi arkadaşlarından biri olan Paul Theroux’yu o kadar kızdırdı ki Theraux onu yerden yere vuran 376 sayfalık bir kitap yazdı. Başbakan iken Tony Blair’e “korsan” dediği için 10 Downing Street’e davet edilmedi. Büyük Karaip şairi, Nobel ödüllü şair Derek Walcott, V. S. Naipaul’a V. S. Nightfall diyor. Nightfall, “Karanlık çöküşü.”
“Hindistan: Yaralı Bir Uygarlık” kitabında anavatanına söylediği sözleri Türkiye hakkında etseydi herhalde onu vurmak için İngiltere’ye adam yollardık.
Herkesin bildiğini biz 30 yıl rötarla, Hint kökenli İngiliz yazar uluslararası bir yazarlar toplantısı için İstanbul’a davet edilince öğrendik: Naipaul, ters, nobran, kendini beğenmiş, üçüncü dünyalıları hakir gören, düşündüğünü, yaratacağı tepki ne olursa olsun açıkça söyleyen, sevilmesi zor bir insandır.
Ama büyük bir yazardır. Hiç kimse onun çağımızın en büyük yazarlarından biri olduğunu tartışmıyor. Bizde, kitaplarını okumamış ve hatta adının doğru okunuşunu bile bilmeyen bazı köşe ve ekran meddahlarını
Soru: Adı olan mı olmayan mı inekler daha fazla süt verir? Cevap: Adı olanlar.
Soru: Bir insanın kafasını kırmak için eğer bir litrelik standart bir bira şişesi kullanılacaksa, dolu mu boş mu şişe daha iyi sonuç verir?
Cevap: Dolu bira şişesi 30 J darbe düzeyinde, boş şişe ise 40 J darbe düzeyinde kırılır. Ama her ikisi de insan kafatasının asgari kırılma eşiğinin üstündedir, bir insanın kafasını kırmaya yeter.
Birinci sorunun cevabını, İngiltere’nin Newcastle Üniversitesi’ndeki iki bilim adamının yaptığı araştırmaya borçluyuz. İkincisinin cevabını ise İsviçre Bern Üniversitesi’ndeki üç bilim adamının deneylerine.
Her iki araştırmayı da, Financial Times’ta okuduğum bir yazının ardından, Improbable Research adlı tadına doyulmayan bir sitede buldum. (http://improbable.com)
“Uzak İhtimal Araştırma” anlamına gelen Improbable Research aynı adı taşıyan bilimsel bir kuruluş. Bilim insanları tarafından araştırılmaları uzak ihtimal olan konularda yapılan araştırmaları topluyor, her yıl iyiye “Ig Nobel” ödülü veriyor.
“Önce güldüren sonra düşündüren” araştırmalar “uzak ihtimal araştırma” sayılıyor.
Ozanköy
Dizimin dibinden ayrılmayan okuyucularım geçen haziranda sahneye çıkan Metin Münire’yi hatırlayacaklardır.
Metin Münire, Metin Münir’in sonra yalnız yaşamaya başlayan ve ev kadını olmanın ne kadar zor olduğunu keşfeden versiyonudur.
Bir tür bahçe Metin Münir’i.
Kendimi portakal gibi soydum ve altından o çıktı.
Bu MM her sabah havalandırmak için yorganını pencereden sarkıtıyor ve yastıklarını üstüne diziyor, evi düzenliyor, çamaşır yıkıyor, ayakkabılarını boyuyor, lezzetsiz yemekler yapıyor ve hayatından çıkan kadınların boşluğunu yatağına aldığı yastıkların sayısını çoğaltarak doldurmaya çalışıyordu.
Münire yazısını bekârlığımın taş devrinde yazdığım için galiba meramımı iyi anlatamadım. Bir defa erkeklerden hiç tepki almadım. Kadın okuyucularımdan kimisi ağlaştığımı, şikâyet ettiğimi sandı. Kimisi “yapılması çok kolay” mercimek çorbası ve kuru fasulye tarifleri yolladı. Bazıları bana acıdı. Bazıları “Daha beter ol” dedi.
1990'larda haftalık Economist’in Türkiye muhabiri olan Christopher de Bellaigue sıkı bir Atatürkçü idi.
Liberaller ve Atatürkçülerle düşüp kalkıyordu ve onların cumhuriyetle ilgili birçok düşüncesini, inancını, tarih anlayışını paylaşıyordu.
Kemalizm’in ülkenin üstünde serdiği kırmızı beyaz Türklük yorganının altında herkesin rahat uyumadığını pek bilmiyordu. Kürtlerin taleplerini gerçekçi bulmuyordu. Alevileri anlamıyordu.
Yirminci yüzyılın başında Osmanlı İmparatorluğu’nun son Hıristiyan azınlığı kalan Ermenilerin 1915’te yaşadığı korkunç katliam ve göçün gerçek boyutlarını da bilmiyordu. Bu konulardaki görüşleri tipik bir Kemalist’inkinden farklı değildi.
De Bellaigue 2001'de ABD’nin önde gelen entelektüel yayınlarından olan New York Review of Books’ta Türkiye’nin Gizli Geçmişi adlı bir yazı yayımladı. Ermeni katliamını küçümsediği için sert eleştirilere uğradı ve derginin editörü tarafından “Türkleri savunmaya çalışmakla” suçlandı.
De Bellaigue artık İran’da yaşıyordu. İranlı bir kadınla evlenmişti ve Economist’in İran muhabiri olmuştu. Ama merakı uyanmış ve sanırım biraz da gururu kırılmıştı. Ermeniler ve “Kemalist ayakkabının içindeki diğer taşlar olan Kürtler ve