Leonard Lauder dünyanın en büyük kozmetik şirketlerinden biri olan Estée Lauder’in en büyük hissedarıdır.
Annesinin 1946’da kurduğu şirketi 1958’de devraldığında satışları bir milyon doların altında idi ve tek bir ülkede tek bir marka ile çalışıyordu. Bugün ürünleri 140 ülkede satılıyor, marka sayısı 29’a, cirosu beş milyar dolara yükseldi. Unilever ve Proctor & Gamble gibi daha alt gelir tabakalarına hitap eden şirketlerin ardından dünyanın beşinci en büyük kozmetik şirketi.
Şirketin başarısı Lauder’i dünyanın en zengin kişilerinden biri yaptı. Forbes’a göre 4,2 milyar dolarlık serveti var ve dünyanın 212’nci en zengin kişisi.
Lauder kısa bir süre önce yönetimi oğluna devretti ama 77 yaşında olmasına rağmen elini işten tamamen çekmiş değil. (Yeryüzünde şirketini çocuğuna devredip elini işten tamamen çekmiş işadamı var mı ki, diyeceksiniz.)
Geçenlerde Financial Times’ın moda editörü Venessa Friedman ile öğle yemeğinde buluşan Lauder, Estée Lauder’i pederşahi bir şirket olarak tanımladı. “Şirket olarak pederşahi olmakta bir sorun görmüyorum” dedi. “Biz çok pederşahiyiz. Çok iyi bir sağlık planımız var, insanlara iyi bakarız.”
Ve bir örnek verdi:
“Kıdemli satış
Ozanköy
Muhtemelen farkında değilsiniz ama geçen yılın son haftasında izin yaptım ve yazı yazmadım.
Bu bir tatil mi idi? Bir anlamda evet, bir anlamda hayır.
Yazı yazmamak eğer tatil ise, tatil yaptım. Ama tatil yazı düşünmemek, yazılarıma konu olan bir sürü kişi, olay ve düşünceye kapıyı kapatmak, not tutmamak ise, hayır.
Normal hayatımda beni durmadan arkamdan iten görülmez bir el, azarlayan bir ses var. Elin de sesin de sahibi benim aslında; kendimi iten, kulağımı çeken ikinci bir ben. Bu ben bana hiç aman vermiyor.
Eğer hayatıma bir amaç seçmek durumunda olsaydım, Montaigne gibi hür ve tembel olmak isterdim. Ama seçemediğim için zoraki çalışkan bir insanım. Ancak, tatillerde iyice şirretleşen ikinci benin gözünde tedavisi mümkün olmayan bir tembel ve kaytarıcıyım. Onun için beni devamlı işe koşuyor. “Tembellere tatil yok” diyor. “Çalış!”
Modern tarım yöntemleri doğayı mahvetmekle kalmıyor insanları da telef ediyor. İngiltere’de piyasaya çıkan: Gerçek Gıda Neden Yediklerimizin Besin ve Mineral Değerleri Düşük -Bunu Bertaraf Etmek İçin Ne Yapabiliriz adlı kitabın özeti bu.
Bol taze sebze ve meyve yiyor olsanız bile durumunuz sandığınız kadar parlak olmayabilir. Toprağın hor kullanılması, suni gübreler, genetik yapısı değiştirilmiş tohumlar aldığımız gıdaların besin değerini talan etti. Meyve ve sebzeye sinen tarım ilaçlarının zehirleyici etkileri caba.
İngiltere’de yapılan bir araştırmaya göre 1940 ila 1991 arasında sebzeler içerdikleri magnezyumun %24’ünü, kalsiyumun %46’sını, demirin %27’sini ve bakırın %76’sını kaybetti. Bir tek domatesin 1940’ta ihtiva ettiği bakırı almak için 1991 ürünü 10 domates yemek gerekiyor. Bugün, Allah bilir, bir kasa.
Birleşmiş Milletler tarafından yayınlanan bir rapora göre dünyada iki milyar insan “gizli açlık” çekiyor. Yani demir, zinc, çinko, iyot, A vitamini ve folik dahil birçok vitamin ve mineralleri yeterli miktarlarda alamıyor. Bunların eksikliğinin yol açtığı sayısız hastalık var.
Gerçek Gıda İstiyoruz yazarı Graham Harvey’e göre disleksiyadan kalp rahatsızlıklarına
Anadilde eğitim Kürtlerin baş isteklerinden biri haline geldi. Bu her ne kadar birçok Türkün yüreğine dehşet salıyorsa da, anadilde eğitim demokratik ülkelerin azınlıklara veya bölgesel halklara tanıdığı rutin bir haktır.
Avrupa Konseyi 1992’de konuya bir düzen getirmek amacıyla Bölgesel ve Azınlık Dilleri Konusundaki Sözleşme’yi kabul etti.
Sözleşmeyi Ermenistan’dan Avusturya’ya, Ukrayna’dan İngiltere’ye birçok devlet imzaladı. Romanya gibi Türkçeye azınlık dilli hakkı tanıyan ülkeler bile var.
Bu anlaşmayı imzalasaydı Türkiye azınlık dilleri konunda kendi ellerini kelepçeye vurmaz, Rumca, Ermenice gibi ülkemizde kullanılan bütün azınlık dilleri konusunda liberal bir rejime sahip olurdu. Ama imzalamadı, yükümlülüklerini kabul etmiyor.
Kürtlerin anadilde eğim konusunda kamuoyuyla paylaşılmış ayrıntılı bir çalışma veya kesin bir önerisi yok.
Ama, anladığım kadarıyla, Kürt önderlerin aklında olan Kürtler için anaokulundan üniversiteye bütün derslerin Kürtçe okutulduğu bir eğitim düzenidir.
Eğer amaç siyasi ise, bir vadede Güney Doğu Anadolu’yu Türkiye’den kopartıp bağımsız bir devlet haline getirmekse, bu pratik bir öneridir. Bir nesil içinde Kürtçeden başka dil
Henry Kissinger ABD Dışişleri Bakanı iken (1973 -1977) Avrupa’nın tek sesle konuşamayacak kadar dağınık olmasından şikâyet etmiş ve “Avrupa ile konuşmak istersem kime telefon etmem lazım?” diye sormuştu.
Aynı soru Kürtler konusunda da geçerli.
Türkiye Kürtlerinin lideri kim? Kim Kürtler adına konuşuyor?
İmralı mı, Kandil mi? Demokratik Toplum Kongresi Başkanı Ahmet Türk mü? Abdullah Öcalan’ın İmralı’da nabzını tutmaktan sorumlu Aysel Tuğluk mu?
Barış Ve Demokrasi Partisi eşbaşkanları Selahattin Demirtaş ve/veya Gültan Kışanak mı? Diyarbakır Belediye Başkanı Osman Baydemir mi? Kürt ekran meddahları mı?
Bu sorunun cevabı yok. Bundan
dolayı da kafalar olması gerektiğinden karışık. Benimki karışık, hiç olmazsa.
CHP kurultaya giderken AKP ekonomik rekora koşuyordu.Ekime kadar geçen dokuz ay içinde ekonomi yüzde dokuz büyüdü. İmalat sanayi tam gaz ilerliyor. Otomotiv ve konut sektörü ve özel harcamalar da...
Büyüme o kadar güçlü ki Merkez Bankası ekonomiyi ısıtan sıcak para girişini yavaşlatmak için faizleri aşağı çekti. Bu, sıcak para mıknatısı olmak için devasa faizler ödemeye alışkın Türkiye için yeni ve “hoş geldin” denilebilecek bir gelişmedir.
Frene rağmen, yılsonunda Türkiye dünyada en hızlı büyüyen ülkeler arasında yer alacak.
Her şey mükemmel değil, tabii. Türkiye’nin ezeli derdi olan döviz gelirlerinin giderleri karşılamamasından doğan cari açık sorunu endişe veriyor. Hızlı büyümenin getirdiği, özellikle konut sektöründe yoğunlaşan ısınma sorunları var. Ama Türkiye’nin küresel krizin getirdiği yavaşlamadan hızla koptuğu açık.
Ekonomik performans
Ekonomi beklenmedik bir fırtınaya tutulmazsa AKP gelecek yaz yapılacak genel seçimlere bu büyümenin hızlı atının sırtında gidecek. Ve, genel kanı odur ki, kazanacak. Çünkü seçmenin gözünde en önemli unsur ekonomik performanstır. Ekonominin büyümekte olduğu bir süreçte iktidardaki partinin kaybetmesi neredeyse imkânsızdır.
OZANKÖY
Cuma gecesi. Koltukta uzanmış DVD’den Werner Herzog’un Bad Lieutenant adlı filmini seyrediyorum.
Sağ elim ara sıra tabağın içine dalıp sapından siyah bir İspanyol üzümü koparıp ağzıma atıyor.
Katrina kasırgasından sonra New Orleans’tayız. Orada Terence McDonaugh isimli bir polis (Nicholas Cage) Bad Lieutenant, yani Kötü Üsteğmen var.
Dışarıda rüzgâr esiyor. Fırtına uyarısı var. Ben ateşin kenarındayım, üzüm yiyorum ve iyi bir film seyrediyorum. Yarın tatil. Her şeyin mükemmel olması lazım ama değil. Ateşe bakan sağ tarafım sıcak, pencereye bakan sol tarafım soğuk.
Kötü bir marangoz yüzünden dışarıda esen rüzgârın bir bölümü pencerenin aralıklarından içeri girip ısı dengemi altüst ediyor. Biri kuru, biri ıslak çorap giymek gibi bir şey.
Pencerenin altına bir battaniye yerleştiriyorum ama fayda etmiyor.
Pazartesi akşamı Başbakan Erdoğan, Meclis’teki bütçe görüşmelerinde, yüzünde büyük bir memnuniyet ifadesi, hükümetinin yaptıklarını sıralarken aklıma OECD’nin son Pisa araştırmasının sonuçları geldi.
Pisa 65 civarında ülkede yarım milyon 15 yaş öğrencisine uygulanan bir testtir. İki saatlik sınavda okuma, matematik ve fen soruları var.
Amaç gençlerin elde ettikleri eğitimi gerçek hayatta nasıl uyguladıklarını ölçmek. Diğer bir anlatımla, ölçülen, örneğin, öğrencinin fizik veya matematiği değil bunları gerçek hayatta karşılaştığı durumlara ne kadar başarıyla uyguladığıdır.
Biz bu gibi yarışmalarda her zaman sıranın en altlarında yer aldığımız için 2009 araştırmasının sonucu sürpriz değildi. Test edilen bütün konularda OECD ortalamasının altındayız. Genel sıralamada Avrupa ülkeleri arasında sonuncuyuz.*
En iyi öğretmen farkı
Yarışmada iyi performans gösteren öğrencilerin büyük bir bölümü zengin ülkelerden. Ama birinci gelen Çin’in