Hükümet kararlı. Kim ne derse desin, ne yaparsa yapsın Üçüncü Boğaz Köprüsü’nü İstanbul’un kuzeyine, şehrin ormanlarının, su havzalarının ve az iskân edilmiş yerlerinin bulunduğu bölgeye oturtacak.
Çünkü esas amaç trafik sıkışıklığını azaltmak değil, rant yaratmaktır.
Üçüncü Boğaz Köprüsü geçişinin de dahil olduğu Kuzey Marmara Otoyolu Projesi’nin Garipçe ve Poyrazköy mevkileri arasında konumlandırılması İstanbul’da tarihte görülmemiş bir gayrimenkul rantı yaratacak. Buna o kadar çok ağız sulanıyor ki, yaratılan baskının önüne geçilmesi neredeyse olanaksız.
Nitekim, 27 Aralık 2010’da Tayyip Erdoğan başkanlığında toplanan Yüksek Planlama Kurulu (YPK), Karayolları Genel Müdürlüğü’ne projeyi yap-işlet-devret yöntemi ile gerçekleştirmesi için olur verdi.
Birkaç saat sonra Devlet Planlama Teşkilatı Müsteşarı Kemal Madenoğlu, ki YPK toplantısında o da vardı, toplantıda alınan kararı Ulaştırma Bakanlığı’na yolladı.
Köprünün en hararetli hamilerinden olan Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım da halka müjdeyi vermekte gecikmedi: Proje için bu ay ilana çıkılacak, istekli isteyen şirketlere “Buyurun, başvurun” denecek.
Bu YPK kararı AKP’nin Türkiye’yi, nasıl yönettiğinin klasik bir
Duymaktan hoşlanmadıklarımızı duyduğumuz rejime verilen ad ‘demokrasi’dir, derler. Kim başkasının düşüncesine tahammül edemiyorsa ondan korkulur. Bu gerçek çok çabuk unutulur.
Ben, laiklikten bahsedildiğini duymak istemem. Sen, Fethullah Gülen’den nefret edersin. O, Kürtlere özerklik verilsin dendiğinde köpürür. Bir başkası, “Ermenilerin soykırım iddiası doğrudur” dendiğinde çileden çıkar.
Olabilir. İngilizler, “Bir dünya yapabilmek için çok çeşitli insana ihtiyaç vardır” derler. Kimi kültürler bunu benimser, kimisi reddeder. Bazıları, kendilerini, toplumu tek tipe çevirme sevdasına kaptırır.
Bunlar kendi doğrularından başka doğru olduğuna inanmayanlar, kendilerine ters gelen düşünceleri savunanları susturanlar, dünya cennetinin tek bir düşüncenin bayrağı altında kurulacağına inananlardır. Dünyada en çok kırıma, yoksulluğa, mutsuzluğa yol açanlar bunlar ve bunların peşinden gidenlerdir.
İşte Hitler, Stalin, Enver, Mao, Pol Pot. İşte yanı başımızda yaşayan mollalar. İnsan kendini tutamaz. En kutsal kitapları ve emirleri bile güce ve paraya çevirmeye koyulur. Peygamberler ölür, yolları Tanrı’ya giden yollar olmaktan çıkar, iktidara ve bankaya giden yollar haline gelir. En yüce
Bir buçuk yıldan fazladır uykuda olan Türkiye-Suriye hududunu mayınlardan temizleme konusu uyandı.
Milli Savunma Bakanlığı geçen gün bir duyuru yayımlayarak “Konu ile ilgilenen mayın temizleme firmalarının” 7 Mart’a kadar dosyalarını bakanlığa göndermelerini istedi.
Konuya yakın kaynaklar ihalenin “birkaç ay içinde” yapılmasını bekliyorlar.
Bilmiyorum, iki sene kadar önce hükümetin bu konuyu ilk ortaya attığında kopan büyük gürültüyü hatırlayan var mı?
Hükümet o zaman işin “milyarlarca dolara” çıkacağını, bütçede bunu karşılayacak para olmadığını, bu nedenle mayınlı alanın 40 sene temizliği yapan şirkete verileceğini açıklamıştı.
Ancak, temizliğin milyarlarca dolara değil yüz küsur milyon dolara yapılabileceği ortaya çıktı.
Dokuz yüz kilometre uzunluğunda, yüz ölçümü 212 milyon metre kare olan bu topraklar temizlendiğinde Türkiye’nin en bakir tarım alanına dönüşecek. Birilerini cinlik ederek bu bereketli toprakları kapatmak istemişti.
Hem Türkiye, hem de KKTC’yi biraz tanıyan bir gazeteci olarak yıllardır beni en çok şaşırtan şey, bu kadar yakın bu iki ülkenin birbirini nasıl bu kadar az anladığı, tanıdığıdır.
Sadece halklar birbirleri hakkında yalan yanlış ve eksik bilgilerle dolu değildir. Her iki ülkenin politikacıları ve bürokratları da bu bilgisizlik ummanında yüzmekte.
Ne yazık ki, birkaç istisna dışında, gazeteciler de bu kategoriye dâhildir. Kıbrıs’ta Türk medyasını temsil edenler özellikle kabahatlidir. Hep sabuna suya dokunan haberlerden kaçındılar. Aralarından orasını gerçek yüzüyle anlatan biri çıkmadı.
Geçen hafta Lefkoşa’da yapılan ve Türkiye’de tepki çeken miting bu karşılıklı bilgisizliğe bir defa daha şaşmama neden oldu.
Başbakan Erdoğan’ın kızgın ilk tepkisi yanlış bilgiler içeriyordu. Kıbrıs’ta ne on bin lira alan memur var, ne de miting Rumların desteğiyle yapıldı. Demek ki Başbakan’ın yanında onu Kıbrıs konusunda doğru brif edecek insan yok. Bu çok sakıncalı bir durum.
Türk bayrağı yoktu
Başbakan Tayyip Erdoğan’a Kıbrıs konusunda kim akıl veriyorsa yanlış veriyor.
Dün aniden Lefkoşa Büyükelçisi Kaya Türkmen’in geri çekilip yerine TC Yardım Heyeti Başkanı Halil İbrahim Akça’nın atanması, KKTC ile TC arasındaki gerginleşen havada yapılabilecek en büyük hata idi.
Bu atama hem zamanlama, hem atanan kişi, hem de atamanın stili bakımından yanlıştır.
Bundan dört beş ay önce KKTC Ankara’ya yeni bir büyükelçi yolladığında, Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu ortalığı kaldırıp oturtmuştu. Büyükelçilerin yabancı bir başkentte göreve başlanması için alınması gereken agreman, yani “bizim için sorun değil, söz konusu kişiyi yollayabilirsiniz,” kâğıdı alınmamıştı. Böyle bir şey olmadan ne cesaretle Lefkoşa Ankara’ya büyükelçi yolluyordu?
Kıbrıslı elçi iki ay bekletildikten sonra kabul edildi.
Dün Akça atanırken bırakın agremanı Kıbrıslılara haber bile verilmedi.
Onun hakkında Ankara’ya yolladığı şikâyet mektuplarından, Cumhurbaşkanı Eroğlu’nun Akça’yı istemediği bilinmesine rağmen.
Kıbrıslı Türkleri bozulan ekonomik durumdan da daha çok tedirgin eden şey, kendi vatanlarında azınlık haline gelmek, Türkiye’den gelen göçmenlerin içinde kaybolmaktır.
“Yok oluyoruz,” lafını bugünlerde birçok Kıbrıslı Türk’ten duyabilirsiniz.
Rumlar tarafından yutulmak üzere iken 1974’te Türkiye tarafından kurtarılan Kıbrıslı Türkler, şimdi kurtarıcı memleketinden gelenler tarafından yutulma tehlikesiyle karşı karşıya.
“Rumların şamar oğlanı olmaktan kurtulduk, Türkiye’nin şamar oğlanı olduk,” diye şikâyet etti bir arkadaşım. “Rumlar bizi küçük görüyordu. Şimdi Türkler görüyor.”
Nüfusun ne olduğu belli değil. Veya belki de gizli tutuluyor. Taş çatlasa 100-120 bin Kıbrıslı Türk var. Nüfus ise, muhtemelen, 600 ile 700 bin arasında. Cep telefonu abonelerinin sayısı 450,000 civarında. İş adamı bir arkadaşım bazı devlet ihalelerinde alımların 700 bin olarak nüfus esasına göre yapıldığını söylüyor.
Bu her Kıbrıslı Türk’e karşı altı veya yedi “Türkiyeli” var demektir.
Olduysa ne olmuş, demeden önce düşünün. Türkiye’de hangi kent, kasaba nüfusunun altı-yedi misli göçmene kucak açar?
Lefkoşa’daki mitingde kaldırılan pankartlar ve Erdoğan’ın sert tepkisi olayı özünden saptırdı. Gerçekler başka yerdedir. AKP, Türkiye’de olduğu gibi Kıbrıs’ta da oyunun kurallarını değiştirmeye başladı. Türkiye’de olduğu gibi, orada da kurulu düzenin tepesinde olanların ayaklarına basıyor, keyiflerini kaçırıyor ve nemalarını kesiyor. Sendikaların Lefkoşa’da düzenlediği olaylı mitingin arkasındaki ana neden budur.
Mitingde esas talep edilen şey her şeyin eskisi gibi devam etmesi, AKP’nin KKTC’deki müflis ve kokuşmuş düzeni sorgusuz sualsiz desteklemeye devam etmesiydi. KKTC’de taşlar 2008 ve 2009’da yaşanan ağır ekonomik krizle yerinden oynamaya başladı. Bu kriz, Türkiye’den gelen yardımlarla ayakta duran, devlet ağırlıklı, özel sektör düşmanı yapay ekonomik düzenin sürdürülmesinin imkânsız olduğunu gösterdi.
Devlet hazinesi de devlet bankaları da iflas halinde idi. Vergi gelirlerinin yüzde 80’den fazlası 40,000 memur ve emeklinin maaş ödemelerine gidiyordu. Hükümetleri ve yandaşlarını fonlamak için içi boşaltılan Kalkınma Bankası’nda tahsili gecikmiş alacakları yüzde 94’ü bulmuştu.
Rant paylaşımı ve kavga...
Devletin sağladığı eğitim ve sağlık gibi temel hizmetler
Politikacılar kuş beyinli konularda çekişir ve halkın beynini uyuştururken, Türkiye’yi gelişmiş ülkeler arasına uçuracak tek fırlatma rampası olan eğitimde ne durumda olduğumuzu merak ediyor musunuz?
Bugün menümde bu konu var.
OECD her üç yılda bir 65 ülkede on beş yaşındaki öğrencilerin katıldığı bir sınav uyguluyor. Sonuncusu 2009’da yapılan PISA adlı bu sınavın sonuçlarına göre Türk çocukları bütün konularda OECD ortalamasının altında kaldı. Genel sıralamada Avrupa ülkeleri arasında sonuncu oldu.
Bu sonuçları daha ayrıntılı bir şekilde inceleyen Sabancı Üniversitesi’ne bağlı Eğitim Reformu Girişimi şu gerçekleri ortaya çıkardı*:
Türkiye’de on beş yaşındaki öğrencilerin yüzde 25’i okuduğunu anlamıyor. Yüzde 42’si basit matematiksel problemleri çözemiyor.
PISA testlerinde en yüksek iki düzeyde puan alan öğrenciler “üstün performans gösteren öğrenciler” olarak tanımlanır. Bu öğrencilerin gelecekte yeni bilgi ve teknoloji üretimine katkıda bulunabileceği varsayılır.
Türkiye’den katılan öğrencilerin okuma testinde yüzde 1,8’i, fen testinde ise yüzde 1,1’i üstün performans gösterebildi. (OECD ortalaması yüzde sekizdir.)